26 Ocak 2009 Pazartesi

VÜCUD-İ İKLİMİN SULTANI SENSİN



VÜCUD-İ İKLİMİN SULTANI SENSİN
EFENDİM DERDİMİN DERMANI SENSİN




Bâyezid-i Bistamî, "Yolun başındayken dört şeyi yanlış biliyordum, sonunda doğrusunu öğrendim" der:
1. Yolun başında ben Hakk'a talibim zannederdim, sonunda anladım ki Hak bana talipmiş.
2. Yolun başında ben Hakk'ı zikrediyorum zannederdim, sonunda anladım ki Hak beni zikrediyormuş.
3. Yolun başında benim için iyi olanı seçen yine benim zannederdim, sonunda anladım ki ben hep kötü olanı seçmişim, her defasında benim için iyi olanı seçen O'ymuş.
4. Yolun başında Hakk'a vâsıl olmayı isterdim, sonunda anladım ki daha yolun başındayken ben Hakk'a vâsıl imişim.

**********

MERHABA…


eveeet, şimdi çocuklara vücut masalı yazıyoruz..bakalım insan bedeninden, harfler ve kelimelerle ne suretler çizebileceğiz..okurken ayağa kalkıp bu suretleri deneyimlemek serbesttir..herkes gülebilir..çünkü,çocuklar eğlenerek ve vücut dili ile öğrenebilir ..bu yazı için çok tuhaf şeyler hissediyorum. bir müziği olduğuna inanıyorum..bir gün,  yeni yazılım proğramları geliştiğinde; bu yazıdaki harflerin ve kelimelerin müziği deşifre edildiğinde, çok güzel bir ritmi olacağına nedense inanıyorum..bu yazı efendime- pembe beyaz vücud kitabıma ithaftır..

sen karşımdaydın, tüm hayallerim gerçekleşiyordu
kim kimin hayali, henüz çözemediğim acılardayım.. biliyor musun?
aramızda bir kanuni vardı, bir de neyzen
musiki sonsuz dalgaları ile kalbimi acıtıyordu
gözlerimi kapattım ağlıyordum ve ne seni düşünüyordum ne de kendimi
bembeyaz arı duru boşlukta, sadece kanunun sesi ve müziğin makamları arasında dolanan hiçlik vardı…ben perdelerin arasında kaybolmuştum..
gözlerimi açıp karşımda ki sana baktım.sağ elin kalbinde, hüseyniyiz hüseyniyiz i söylüyordun..
alnında ki kartalın kanatlarının içinden çıkan, beyaz nurdan gülün e baktım..
ve gözlerimi kapatarak ağlamaya devam ettim……….


********
evet bir başım ,iki kolum ve iki bacağımla ve bu bedeni örten ten hırkamla kendimin ehlibeytindeyim..
ve ayağa kalkıyoruz
dimdik duruyoruz -elif biziz
ve iki kolumuzu yana açıyoruz- haç biziz
ANA-SIR-ı Erbaa; 4 unsur,hava –ateş-toprak-su biziz
yani sır biziz..
eğiliyoruz –dal biziz
secdedeyiz- mim biziz.. o mim kapanırsa, o-nokta biziz..o alyans –yüzük –vuslat biziz
Adem=yokluk biziz..
SALAT –muhabbet biziz.


 
HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR hadis-i şerifi için:
Kollarını havaya kaldır bak, çifte minareli camii sensin
şimdi kollarını indir bak, mihrab sensin..
her an senden akıp giden senlere imam-mehdi sensin=kurtarıcın sensin
bu vücudu ayıranlar der ki;” biz hep cemdeyiz.. ibadetimiz cem dir bizim”
hayır onlar hep aldanır, ayıran nasıl cem olsun?
Mevlana bizim,Hacı Bektaş bizim,Yunus bizim,Ali bizim… eeee..ya diğerleri? onlar sizin?...
cem neresi bunun, farklar aleminde hep ayrımdalar…
Cem Muhammed’in Beyt-İ dir..
emanet ettiği Ehl-i Beyt’i ve İkiz Kardeşi Aziz Kur’an dır..
onlar hangisini aldı, sormak lazım?!!..
Hey!! ben sizde bunlardan hiç birini neden göremiyorum?
Kim fena bir adet koyarsa ona her an lanet yağar durur.
İyiler gittiler, güzel usul ve adetleri kaldı; kötü adamlardan da zulumler ve lanetler.
Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rûmî (k.s.)

bak şimdi kollarını indir ve aç bacaklarını
MAŞAALLAH ..maşallah
Allah’ın maşası sensin..seyret seni ne iş için kullanıyor.?.seyret, maşa sensin..
 
12 burç bizde.. bak 12 delik varmış beden mülkünde
bugün hangi huylarının-hangi duyularının  hükmündesin bak, o kara delik senin yönetiminde:)
kolay mı kara deliklerin cazibesinden kurtulmak? değil tabii.. mümkün mü?
Ashabım yıldızlar gibidir.. Hangisine tutunursanız kurtulursunuz diyen gerçek bir Dost var Dosttt
işte gerçek güneşler-gerçek astrolojik hakimler hayatlarımıza niyetle girdiğinde, onların hükmünde; her dem sen takiptesin-gözetleniyorsun..aldığın nefesin hesabını biliyorlar.
ipler daima onların elinde..onların ipi de rabbül aleminin elinde..
elele , dizdize, gönülgönüle, bizbize….

kutup yıldızlarını bulmak lazım daima, niyetle
kutup un bir manası da; değirmen taşlarının altta olanının, içinde ki demir de demekmiş..
sen tanelerini getir, değirmenci seni un etsin –değiştirsin, her gün seni dönüştürsün. aynı kalbin gibi …bir değirmenci= bir demirci=bir terzi şart..keskin kılıçlar için ateş, o ateşe usta bir potacı lazım..o değerliyi korumak için kın da lazım..
Zülfikar sensin…

şimdi ayağa kalk ve aç bacaklarını, kollarını yana indir.. bak sen üçgensin
ve şimdi bacaklarını kapat, kollarını aç.. bak, sen ters üçgensin
hem X sin, hem de Y sensin değil mi?
Kutsal kadeh sensin..doldur doldur iç.. aşkın şarabı Kevser de sensin:)
ve şimdi vuslat zamanı aç kollarını da- bacaklarını da
bak, sen tevhidin yıldızı-Süleyman’ın mührü -besmelenin ta kendisisin
Allah’ın aşkı sensin..

bak, sen bir ağaçsın-tuba, uzayda baş aşağı salınan köklerin semalarda
Boşuna uzaylı arama..o uzaylı sensin.:)
başın, bir tohumdur beyninde, O’nun hükmü altında ,kul..
kolların ve bacakların o tuba ağacının kolları
20 parmağınla işlediğin tüm ameller senin ağacının meyveleri-yaprakları
ister yeşerirsin-ister solarsın.. kimse karışmaz ama iyisi mi biz, Hızır-yeşil kalalım ve hazır-huzur-razı olup bulalım-durulalım..

aslında belinden ikiye de bölebilirsin kendini
bir yanın göğe ait, bir yanın yere ait olsun..
Merkür-ok ve yay sensin:)Allah’ın ilmi sensin
üstün herkese helal ama belden aşağısı hüseyn-haramdır harama.. helaline helalmiş biline
ve bak şimdi dünyaya dönük alt yanına ve aç bacaklarını
dünya iki boynuzun arasında dönüyor değil mi? Şehvet..
sen dünyaya şehvetle bağlı olmasan hiç yaşayabilir misin ki ?!!bu geçimsiz alemde..
sadece haz için yaşar insan ve o hazza ulaşana dek konuşur, konuşur ve arar ve aradığını bulduğu an susar ve uyur..
konuşuyoruz ..aramaya devam:)

bak.!! aç iki elini, seyret avuçlarını şimdi
sol avucunda a-rab-ça yazıyor 81…ve sağ avucunu aç bak, a-rab-ça yazıyor18
ikisini yan yana getir aynala bak, ayni ile yansır hem de ve toplamı 99
her yanın mühürlenmiş bak, ne değerli ve kutsalsın
sen özel mülkiyetsin,sen en değerli parçasın,sen hamili kart yakinisin:)

sağ ayak baş parmağını sol ayak başparmağının üstüne koy bak.. LA sın, huzurdasın ve ölüsün
ve kollarını göğsünde çapraz yap ,birde kır boynunu sola, işte sen şimdi 3 kere LA sın ..
sen Kelime-i Tevhid sin..senden bir tane daha yok..sen, sen tek sin..
 
AMA  BİL  Kİ  SADECE YARATILMIŞ  BİR  KUL  SUN……TÜM  BUNLAR YOK..SADECE  O  VAR..O  DİLEDİĞİ  VE  SEYRETTİĞİ  SÜRECE  VARSIN..VAR  SIN- OL  SUN-YOK  SUN……..
gözler... tüm beden, hepsi et-irin ,kan.. bir tek gözler, illa o gözler.
cam gibidir ve karanlığında parlayan o ışık, o ışık nedir?
her şeyi at gitsin,  bir tek gözlerin bende=kölen de  asılı kalsın.
bırak o gözler, sadece,  hep ben-İ görsün:)


 
huuu


Nur Cihan
28.01.2009
nuralem7@hotmail.com

19 Ocak 2009 Pazartesi

EHL-İ BEYT-İ MUSTAFA VE BİR ELİN NESİ VAR İKİ ELİN SESİ VAR

SÜLEYMANİYE
http://www.sufizmveinsan.com/sohbet/ehlibeytimustafa.html

EHL-İ BEYT-İ MUSTAFA VE BİR ELİN NESİ VAR İKİ ELİN SESİ VAR


Dünya; dedikodu, tartışma ve bahis kuyusudur. Bu kuyuya düşersen sağlam çıkamazsın.
Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rumî (k.s.)



Dost olan LatifAli’ye ilk gittiğimde uzun süredir aklımdan çıkmayan manayı öğrenebilmek için iki elimi de kendisine uzattım.. “Parmaklarıma ve tırnaklarıma bakınız lütfen. Onları … benzetiyorum ama işin içinden çıkamıyorum.

Muhyiddin Arabi hazretlerinde okudum ki; “Allah’ın, celal ve cemal adında iki eli vardır ve insanı bu iki eli ile yaratmıştır” diyor..Ve ekliyor, “Aslında Allah’ın sadece sağ eli yani cemal eli vardır” diyor…

”Sonra yine kendisinde okudum ki, sol elin baş parmağı Hz. Ali(k.v),işaret parmağı Hz. Muhammed(s.a.v),orta parmağı Hz. Fatıma (r.a),yüzük parmağı Hz. Hasan(r.a),serçe parmak ise Hz. Hüseyin(r.a)miş..

Ve sağ elimin baş parmağı yine Hz. Ali, işaret parmağı Hz. Muhammed(s.a.v),orta parmağı Hz. Ebu Bekir, yüzük parmağı Hz. Ömer, serçe parmağı ise Hz. Osman’mış.”

”Şimdi size soruyorum ki, bu parmaklarımın rakamları ve anlamı ne demektir.?”Dostum bana tebessüm ederek baktı ve tuhaf soruma:”Bilmiyorum evladım,siz tasavvuf yapıyorsunuz,siz daha iyi bilirsiniz” demişti..Oysa ki bende bilmiyordum.Nedense bu soru hiç aklımdan çıkmıyor, sürekli parmaklarıma bakıp duruyordum ve tasavvufun” t” sinde haberim bile yoktu, hala da yok mesela..Sadece etrafımda olan bitenin dedikodusu ile tasavvuf severlerin magazinini yapıyorum..

Yazdıkça anlaşılamıyordum. Ben, kendimi biraz anlıyordum. Bir de beni, benden iyi anlayan iki dostum okuyordu .Ama her gün yeni adreslerden mailler alıyordum ..Tüm Ali severler hep isimleri Ali olarak beni selamlıyorlardı..:)

İlerde bir gün; dostlarım LatifAli’ye dedim ki:”Ben sizi çok sevdiğim için, tüm Ali severler beni seviyor biliyormusunuz ?

Dostum LatifAli :”Ali’yi sevmek çok kolay ,bizim de ismimiz Ali .Ama asıl maksat A’Lİ olabilmektir..A’Lİ olanı sevebilmek ve onu anlayabilmektir dedi..

Orada olan, AliLatif dost ise hayal defterimin bir sayfasını açtı ..Buraya ,küçük kızım bir insan sureti çizmişti .Yüzü boştu..Kalemle o yüzün tam ortasına Ali Ulvi Kurucu Hazretlerinin adını Arapça olarak yazdı..”Bak,okurken yada şu şekilde bakınca alevi şeklinde okunur bu isim” dedi..Yani ALİ EVİ..İşte, Ali Ulvi Ağabeyimi de o yüzden aleviler çok severlermiş..O’ da dermiş ki:” Eğer sadece sevmek ise Alevilik, benim kadar Hz. Ali’yi sevemezsiniz..”

Hz. Ali, Hz. Muhammed’in şeriatından ve sünnetinden zerre ayrılmadı ki..Onları ayırmak, nasıl sevmek oluyor?diye düşünmeye başladığım ilk gün, o gündü işte.

Kendimde küçükken bir hayali-suretperest olarak masal resimlerine bile aşık olurdum..Bir gün Hz. Ali’ye isnat edilen o resmi gördüm ve hayatımın aşkını buldum.:)Çok küçüktüm ve onunla evlenmek istiyordum ama bunu isterken hep Hz. Fatıma’yı üzeceğim için çok utanıyordum.Benim Ali sevgim de benim için en yücedir ve kimse bununla boy ölçüşemez. Çünkü her insan tek ve özeldir..Kimse kimseyi ne anlayabilir, ne bilebilir sadece ikisi bir vücud olanlar TEVHİD-birliğine erenler birbirlerini anlayabilirler..O hırkanın altındakileri de asla hırkanın dışındakilerin anlayamayacağı gibi değil mi?

Ben, Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt’ini yazacak durumda olmadığım için onları anlatamam..Buna layık değilim..Kendimi onları anlayacak halde hissettiğimde ancak onlardan bahsetmeye çalışabilirim, eğer izin verirlerse tabii..

Ehl-i Beyt’in de her şey gibi, sonsuz anlamı olabilir düşündüğümüzde. İlk evvela, mesela kendi ehlibeytimize bakmamız lazım..

1 Başım, 2 kollarım ve 2 bacaklarımla; bu beşliyi giydiren ten hırkamla da bir manada kendimin ehli beytiyim ben, değil mi..? Sizde öylesiniz..

Bedenimin üzerinde her an sonsuz ben doğup ölmekteyse eğer ve ben onların cem olmuş hali isem; camiimdeki imam da benim ..Ve tüm bunların olup bittiği bedenimi örtmemeden doğal ne olabilir ki..Örterim bilgiyi namahrem için, örterim bedenimi üzerimde her an gerçekleşen vuslatın hayası için gibi sonsuza giden manalar çıkartabilirim hemen..

Ama bilmek yetmiyor ki.Artık bilgi yağıyor ve hepimiz biliyoruz.Ya yaşamak.En zoru bu.İstediğin kadar bil, yaşamaya geldiğimizde kendi adıma solda sıfırdan başka bir şey olmadığımı gayet iyi bilmekteyim... Benim iki elimin ve ayaklarımın, beş duyumun işlediği her sevap yada günah; benim benden akıp giden ameli bedenlerim olmuyor mu..?Cehennemimin halkı ve cennetimin halkı ben miyim o zaman..?Henüz kendi ehli beytimden bi haberken, ben nasıl hakiki Ehl-i Beyt-i anlayabilirim ki?

Ehl-i Beyt-i eskide kalmış sananlar yanılıyorlarmış..Bugünde Ehl-i Beyt-in manasını taşıyanlar varmış..Ehli olanlar öyle diyor hep..Neden birbirimizi horlayıp,ben daha çok biliyorum,sen daha az biliyorsun,bu işi en iyi ben anlatabilirim,sen cahilsin diyerek ezeceğimize, bugün yaşayan Ehl-i Beyt-i aramak için niyet edip bir adım atmıyoruz ki?

Bendeniz gerçek bir mirasyedi olarak doğmuşum..Bu mirasyedilik bizim güzel Türk milletinin genelinde var, kıymeti bilinemese de var işte..Bu ülkeyi asla 2.-3. dünya ülkesi olarak görmedim.Görmemde ..Geri kaldığımıza hiç kimse beni inandıramaz.Kim diyorsa biz geriyiz, işte o kendisi geridir..Sadece çok çocuk ve saf bir milletiz..Ali Öztaylan Hz lerinin hep dediği gibi “Türk’ü değerli kılan; İslam’a imanıdır. Türk’ün elinden imanını alırsanız Hülağu askerlerinden beter olurlar” sözü çok manidar ve doğrudur bendeniz için..İslam, bu çocuk ve alıngan-CÖMERT -CESUR olan millete şefkat vermiştir..Cömertlik=yolun başında sadece cömertler durabilirmiş..

Alıngan ve safız, mesela:Kriz var dediler diye krize giriyoruz ,biri Merkür rötarda dedi diye düşüncelerimizi eylemlerimizi rötara sokuyoruz..Merak edip astroloji ile uğraşan birine sordum.Öğrendim ki, Merkür aslında güneşe daha yakın olduğu için, dünyadan daha hızla güneş etrafında döndüğünden bize göre rötarda gözüküyormuş.Aslında böyle bir mana neden konmuş bilinmiyormuş..

Hiç Allah’ın sistemi rötara girer mi yahu?Allah aciz mi ki her ay kendisini rötara soksun ..Oysaki bir kişi, bir insan-ı Kamil’e el verdiğinde o an ölmüş ve o an yeniden dirilmiştir değil mi?Artık ona hangi maddi ilimle anlaşılabilecek astroloji etki edebilir ki..Tüm geçmiş bitmiştir..Yeniden,o gerçek güneşinde doğmuştur..O, güneşin yörüngesinde onun huzmesindedir.O daima aslan burcundadır..Bunlar da benim içimden geçen, sadece beni bağlayan, kimseyi incitmesini istemediğim sesli düşündüğüm, aciz düşüncelerimdir vesselam.

Evet, bir mirasyedi olarak bendeniz bilmeden Hanefi mezhebinde ve İslam olarak doğmuşum..Hiçbir zaman aklıma bile gelmedi; İslam ne demektir,Hanefi ne demektir ?Nasıl doğdumsa-öğrendimse öyle yaşıyorum ,hemen hepimiz gibi..Ne zaman ki yazmaya-kendi kendimin dedi-kodu sunu yapmaya başladım hayatım değişti..

Bir senedir;çok değişik Ali severlerden, çok değişik şeyler öğrendim..Hiç bilmediğim manaları, onların gasbettiği-el koyduğu, Muhammedilerin gerçek mirası olan nefeslerin,evliyanın menkıbelerinden öğrendim..Sır sır deniyor..Ben bu cahil ev kadını halimle o ilahilerde,nefeslerde,menkıbelerde sır olmadığını nasıl anlıyordum, hep hayret ediyorum..Oysa ki herkes, sır sır diyordu.Sır filan yoktu ki. Bulan yazmıştı, hepsi ortalıktaydı..Kimsenin sustuğu filan da yoktu..Hepsi yana yana anlatmışlardı. Nasıl susabilirlerdi ki, nasıl?.Bulamayanlar onları anlayamadığı için ve sır aradıkları için en sade,en yalına değil hep kavramlara ,bilinemeyen manalara takılı kalmışlardı da ondan..Sır kendinde!!Neden kendine bakmıyorsun ey insan? diye ne çok söylüyor halbuki ilahiler-menkıbeler değil mi?

Neyse, işte ben bu Muhammediliğin el konularak gasbedilmiş-zabdedilmiş Ehl-i Beyt-inin sanal alemdeki kliplerini izledim geçen yıl sürekli..Sadece takılı kaldığım bir kaç nefes di tabii.Öyle fazla zeki olmadığım için bir iki tane bana yeter de artardı bile..Birini anlasak kafi zaten..işte her gün dinlediğim bu inanılmaz güzel bir klibin altında öyle çirkin yorum ve kavgalar oluyordu ki,insan okurken utanıyordu..Bunlar mı Muhammedi, bunlar mı alevi..Bu küfürleri nasıl edebilirler, kimse neden dur demiyor.?.Bu sözleri nasıl yayınlarlar diye perişan oluyorsunuz..Ama sizi kimse dinlemez tabii .Onlar İslam-İMAN peşinde değiller ki ,onlar Ehl-i Beyt-i sevmiyorlar ki,onlar Ehl-i Beyt’e küfrediyorlar..Yani Kerbela..Aynı bugün, her an yaşanmakta olmuyor mu o zaman sizce?

Akıl etmiyorlar: Başı, “TESBİH-İ İMAMESİ HZ.MUHAMMED OLAN DEVLET-İ A’LİYE NİN sıralamasında Hz Ebu bekir, Hz Ömer,Hz. Osman ve onu kapatan mühürleyen bir Hz. Ali var..Kapıyı açan Hz. Osman’ın hayası ile edeblenecek, Hz..Ebu Bekir’in adaleti ile hakim olacak,Hz. Ebu Bekir’in sıdkıyeti ile yakin- dost olacak ki ancak Hz Muhammed ,o nun elini tutsun değil mi?Adam daha kapıya varamamış Ali- Ali diyor..Kapı, seni yanına yaklaştırır mı ki.?.Sende yaklaşamadığın ciğere murdar dersin ve Ehl-i Beyt’e ve onların dostlarına habire küfreder durursun.Bu nefret yaklaşamadıkları için. Sevgiden filan değil…

Bu fakirde kapılarda kalakaldığına inandığı dönemlerinde,daha geçenlerde ahh demişti bir gece. Yarın sabah kalkayım tüm sayfayı Ali nefesleri ile doldurayım..Sabah uykusunun ekranına babası şunları yazmıştı..

”ALLAH, MUHAMMED’SİZ BEŞ KURUŞ VERMEZ”

Büyük bir utançla uyandım Hemen tövbe ettim ve o yazıyı yazmadım çok şükür..Bu yazımı da makus talihimi aşabilmek için, artık kapıdan geçebilmek adına yazıyorum ..

Şunu düşünmek lazım.Hz . Muhammed; Kabe de kendisini taşıyamayacağını söylediği Hz Ali’ yi ısrarla omuzlarına çıkartıp en büyük putu O’na kırdırttı değil mi.?İşte bu, hepimizin uzun uzun tefekkür etmesi gereken yegane şey belki de..Burada sır filan da yok..Her şey açık ve net yazılmış zaten her yerde var..Putu kıran Hz. Ali her yerde sadece Hz. Muhammed’i görmüştür..

Miraçta perdeciye takılıp, perdenin ardındakini unutmak gibi bir şey bu,bizim takıldığımız..

Neden perdecide takıldık.?.O perdeci yi kaldırmak gerekmiyor mu aradan..Tabii ama ne zaman iş bitince vesselam:)

Nur cihan


Sadik Yalsizucanlar ;Anka'dan

hırka'nın yakasında ne yazıyor?
sabır,şükür ve ikram....
eteğinde ne yazılı?
Ehad,Samed,Ferd ve Veli...
hırkanın içi,pirden hidayet bulmaktır,dışı nurdur,iğnesi,pire teslim olmaktır.hırka giyerken abdestli olmak,gözyasi dökmek "dervişlerin dervişliği bundan ibarettir"demek gerekir.
Sinan Ummi'den hırka giydin.
külah verildi sana.
külah dört harftir.birincisi kaf'tır;az konuşma anlamına gelir.
bundan böyle az konuşacaksın.
ikincisi Lam'dır,herkese iyi davranmak demektir.
bundan böyle kimseye kötü davranmayacaksın.
üçüncüsü Elif'tir,O'nu çok anmak demektir,bundan böyle daha çok zikredeceksin.
dördüncüsü Ha'dır,hidayet ondan demektir,bundan böyle dileklerin kabul olacak.
Sinan Ummi sana kuşak bağladı.
yedi bağı vardır onun,cimrilik bağını çıkarıp cömertliği yerleştirir.
gaflet bağını çözüp kanaati yerleştir.
öfke bağını çözüp şefkati yerleştir.
kibir bağını çözüp alçakgönüllülüğü yerleştir.
isyan bağını çözüp itaati yerleştir.
bil ki bu Adem'e bağlanan kuşaktır.
Sinan Ummi sana süpürge verdi,keşkül dolaştırdı....
keşkül,besmeleyle tekbir getirmektir.
süpürge,dervişlerin yanında alçakgönüllü olmaktır.
Sinan Ummi sana seccade ve edep verdi
olgunlaştın,klavuzun sana alem,seccade ve zembil verdi,seni meşakate sürdü.
kandil,manevi yolculugunda yolunu aydınlatır.
seccade edeptir.
seccade beş harfir.birincisi sin'dir,zihnini koru demektir.
ikincisi cim'dir.celale,büyüklüğe işaret eder.üçüncüsü elif'tir,Allah'ın adını çok an,demektir.dördüncüsü dal'dır.
dünyayı gözden çıkar,onu terk et demektir.
Sinan Ummi sana terk etmeyi öğretti.
sen her şeyi terk edersen,şeylerin seni terk etmessine fırsat vermezsin.
terk etmeden elde edemezsin .

14 Ocak 2009 Çarşamba

ÇOCUĞUM SANA SÖYLÜYORUM EVLADIM SEN ANLA MASALI

Aklın sermâyesi, divaneliğin sırrıdır. Aşkın divânesi ise, dünyanın en akıllı, en derin düşünceli adamıdır.

Bir kimse iztırab ve derd yolundan giderek, gönül sırlarına aşina olursa, onun kendinden haberi olmaz, hatta onun, kendine karşı bile binlerce yabancılığı vardır.

Hz. Mevlâna Muhammed Celaleddin-i Rûmî (k.s.)

***********************
Gerçek Aşıklara Sala Denildi
Gerçek aşıklara sala denildi
Dertli olan gelsin dermanı buldum
Ah ile vah ile cevlan ederken
Canımın içinde cananı buldum

Akar gözlerimden yaş yerine kan
Zerrece görünmez gözüme cihan
Deryalar nuş edip kanmaz iken can
Aşıklar kandıran ummanı buldum

Aşıklar meydana doğru varırlar
Erenler cem'olmuş verir alırlar

Cümle evliyalar divan dururlar
Cevahir bahşolan dükkanı buldum


Açılmış dükkanlar kurulmuş pazar
Canlar mezad olmuş dellaller gezer
Oturmuş ümmetin beratın yazar
Hakk'a mahbub olan sultanı buldum

Emir Sultan der ne hoş pazar imiş
Aşıklar meydan edip gezer imiş
Cümlenin maksudu ol didar imiş
Hakk'a karşı duran divanı buldum

Emir Sultan

Bir Var mış,Bir Yok muş,İki Zaman ı da gönlünde yaşatan bir çocuk varmış…
Bir gün çocuk ağlayarak mana padişahını aramış:”Giderek yalnızlaşıyorum,kimseyle paylaşamadığım sorularım-cevaplarım ve dertlerim var..Aklımı yitirmekten korkuyorum,hiç mi dostum olmayacak,yapayalnız mı kalacağım?” demiş..Dost-u Alisi :”Olur mu hiç öyle şey,aklınızı yitirmeyeceksiniz ve yolun sonuna dek gideceksiniz korkmayınız ,ve dostlarınız çok olacak,yalnız da kalmayacaksınız,merak etmeyiniz” demiş..Ve çocuk hayatının sonuna dek bu Dostu A’lilerine teşekkür masal- mektupları yazacakmış belki de..

Çocuğun başkalarının kitaplarının içine girip, o kitapları hayalinde yaşaması gibi; onun da masallarının içine girip, bu masalları yaşayanlar oluyormuş ve çocuk buna hiçç şaşırmıyormuş..Ruh dostları her yerden birbirlerini tanıyormuş nasılsa..Yani sonuç,hiç birimiz yalnız değiliz..Ve başıboş da değiliz..Geldiğimiz yer aynı,gideceğimiz yer aynı,hatıralar aynıymış değil mi?

Çocuk en büyük soruları,hayalleri,günahları,çıkmazları ile boğulduğu döneminde, bir baba dostu ile tanıştırılmış..

Lakin çocuk tasavvufa şiddetle karşı,mürşide şiddetle karşı,zikre kat be kat şiddetle karşı imiş o vakitler..Kitaplardan öğreneceğini sanıyormuş..Oysaki okuduğu kitaplar,o kitapları yazanlar ve o yazara himmet edenler çocuk okudukça hayallerinden çocuğu okuyorlarmış hem de okutuyorlarmış...Ve çocuk kendinden kaçtıkça ana merkeze doğru bilmeden sürükleniyormuş.Hatta son aylarda sürekli Ali Baba ve 40 Haramiler masalını düşünmekteymiş..Çünkü çocuk aynı 40 ı ,1 Ali Baba olanların elindeki top gibi hissediyormuş kendisini..Kendisinden kaçarken öyle bir köşeye sıkıştırmış ki yine kendisini..O ben özgürüm,ben izinliyim,ben sorumluk almam,başıma buyrukum havaları poffffffff diye indirilmiş:)

İşte,ilk tanıştıklarında bu Dost-u Muhsin -işaret taşı,çocuğu sakince dinlemiş ..Çocuk onun manasından habersiz anlatıp durmuş,öyle teklifsizmiş yani, her zamanki gibi. ..İşaret taşı adam çocuğun geçmişini üstü kapalı tek tek sermiş ortaya. Çocuk ona utanarak bakmış,nasıl biliyor diyerek ve eklemiş adam: “Sen bu yolda neler istiyorsun ama bunu tek başına yapamazsın ki ..Var mı gücün ?..Hadi!!! Neden hala konuşarak kendini yoruyorsun ki.?Kalbinle, yorulmadan derdini bana anlat,kalbinle konuş..Ben senle konuşabilirim mesela, beni anlıyor musun?” demiş..Çocuk hayretle başını sağa -sola sallamış..”Hayır,ben kalbinizden geçenleri anlayamam ki”..”Ee” demiş adam: “O zaman bunlarla uğraşma yada yolu edebi ile öğren…”

Ve bir gece işaret taşı ve birkaç dostu SALA eşliğinde bir seromoni gerçekleştirmişler..Çocuk önce dehşetle izliyormuş.çünkü sesli zikirden nedense çok ürküyormuş..Ama işaret taşı,sala okumaya başladığında çocuk darmadağınık olmuş,nedeni bilmediği ilk gözyaşlarını işte o gün dökmeye başlamış..Sala çocuğa neden böyle etkiliyormuş hiçç anlamıyormuş nedense ve o gün Dost-u Muhsin’le kalbinde ilk bağ oluşmuş..

Seneler geçtikçe çocuk onun küçük,ahşap meyhanesinin müdavimlerinden olmuş..O harika bir pir-i mugan mış..Çocuk müziğe hayranmış..Müzikte anlamını bilmediği en büyük cazibe gizliymiş çocuğun..Ahengin,nazım hikmetli dairelerin arasında yok olmak en sevdiği şey olmuş zamanla.

İkisinin dostluklarının antlaşması da çok ilginçmiş.Meşreb-i zevk-ü sefa olan bu ikili, bir gün yan yana oturuyorlarmış..Dostu aynı bir kızılderilinin barış çubuğu antlaşması gibi bir seromoni yapmış..Ve çocuk onun hatırını kırmamış..Demiş ki işaret taşı:”Artık bir dostun oldu, mübarek olsun:)”


Çocuk cennetin kendisi olan Allah dostlarını çok seviyormuş. Kevserin kendisi olan Allah dostlarının sohbetini de çok seviyormuş.Her şeyi unutuyormuş bu meclislerde nedense..İşte bu masalda, bu İşaret Taş’ına adanmış bir masalmış. Bu gün den yarına, selam selam diyerek kendisine.

Çocuk ve dostları bayram ziyaretine gitmişler bir gece, işaret taşı olan Muhsin Dost’a..O çocuğun padişahının da sevdiği,dudağından öptüğü,onları ebedi istirahatgahlarına koyarken sırlı seromonilerini gerçekleştiren-kazanları gömenmiş aynı zamanda..Pek çok gizli ilme vakıf ama bunları asla söylemeyenmiş hem de..Çocuk bazen postunu sermiş üzerine oturmuş bu mana adamına bakar, neyin üstünde oturduğunu düşünürmüş ve ürkermiş..O aynı vakitte gerçek bir tesbih ustasıymış..Ayaklı kabirlerden canları çalan muhteşem bir avcıymış aynı vakitte..Gerçek bir müzisyen..Harika bir aile reisi..Titiz bir ev sahibi..Hayatın içinde, asla hayattan kopmadan mana ehli biri işte..Öyle sakin,kendisinden kimselerin haberdar olmadığı bir muammaymış..

Çaylar gelmiş,sohbet ilerlemiş çocuk demiş ki:” Bir rüya gördüm bu bayram sabahı.”.”Hayırdır “demiş büyük işaret taşı “anlat..”Çocuk:” Bayram için yazdığım yazıya dair bu rüya” demiş..Büyük işaret taşı “dur “demiş..”Yavaş yavaş anlat, ben konuşacağım.Sen,ben anlat dedikçe anlat, tamam mı” demiş..”Tamam” demiş çocuk..

Ve başlamış konuşmaya adam:
”Neden yazıyorsun ki,yazma ..Sen …ı kaydediyorsun,yapma ,O yazmış ama sen sakın yazma.” ”……. kaydedilmez.yapma
”..Kaydetmiyorum” demiş çocuk ,”yazmıyorum..
””Sen ….. lik yazıyorsun demiş işaret taşı, bunu yapma..Buna izin yok..Kimse imtihanı bozamaz ..Kim kulluk yapacak o zaman ,esas kul lazım demiş..
”Yapmıyorum “demiş çocuk .”Yapıyorsun,biliyorum” demiş gülerek işaret taşı:” Yazdıklarını biliyorum “.
”Nasıl?” diyecekmiş, diyememiş.Çünkü onun sanal alemlerin sanal düzenleyicilerinden olduğunu biliyormuş çocuk .Susmuş..Birbirlerine bakıp gülüşmüşler hepsi..Kimse nereden biliyorsunuz dememiş tabii.Hep beraber gülmüşler sadece..

Çocuk demiş ki” sadece Hz. Mevlana dan copy- yapıştır yapıyorum demiş.”Onu yap, onda bir şey yok. Ben onu demiyorum ki “demiş işaret taşı..Çocuk:”Bana dünyanın neresinde ne olursa olsun ,hangi sembolü görürsem göreyim aynı manaya getirmek kolay geliyor o yüzden onları yazıyorum demiş çocuk..İşaret taşı:”Ben onu demiyorum ki,onlarda da bir şey yok onları da yaz “demiş..Bir türlü çocuk neyi yazmaması gerektiğini ve neyi yanlış yazdığını çözemiyormuş velhasılıkiram..

Şimdi rüyaya devam et demiş adam..”İki hediye paketi gelmişti ,birde mektup. Budist rahiplerden..Mektupta bayram için yazdığınız,”Rahim Ümmi Anne’ye” yazınızı en masum ,en safiyetle yazılmış yazı seçtik,sizi kutluyoruz diyorlar” demiş çocuk..”Ama onlara Budist rahip demem doğru olur mu?”

”Şimdi dur” demiş işaret taşı..”Evet onlara rahip de.Neden demiyeceksin ki..Tevhid ehli nice rahipler var..Bizimde evlatlarımız var pek çok, rahip elbisesi ile görevlerine devam eden..Ama onların adı rahip kendisi tevhid ehli- İslam dır..”Devam et “demiş çocuğa..

”İşte birinci paketi açtım, çiçeklerden yapılmış harika bir kolye çıktı ,boynuma taktım..İkinci paketi açtım..İçinden renkli çiçek baskılı bir kağıda yazım basılmış bir tablo çıktı..Çok güzeldi..Yan bölümüne anaokulu çocukları için yazı takımı ve boya malzemeleri asılmıştı..Onları çıkartıp sizin minik kız torununuza hediye ettim. Kendime sadece daha evvel kullandığım mavi silgiyi alıkoydum..Ve devam etmiş çocuk……………….

İşaret taşı demiş ki “dur.Baş parmağı ile işaret parmağını birleştirerek daire yapmış.Çocuğa doğru göstermiş:

”Bu nedir? demiş..Hamse=5(O)” diye eklemiş..”Hırka’nın altına Hz Peygamber kaç kişiyi aldı,tam 5 kişi değil mi..Sen kalkıp 6. yı ,o Hırka’nın içine sokamazsın sakın bunu yapma” demiş..

Çocuk anlamadığı için şaşkın bakıyormuş..”Ama demiş içinden Selman-ı Farisi var. Hz Resul, O’nun elini de tuttu hırkanın dışından..”Buna cevabı daha sonra olayı konuştukları diğer işaret taşı vermiş çocuğa:”Selma-i Farisi; O, hamseyi-5 i kendisinde açığa çıkartan demektir “demiş..”Hıııııı” demiş çocuk
“hımmm..”……………………………..

Çocuğun bu kısımda Budist rahiplerin tevhid ehli olanlarından özür dilemesi ve geçmişte yazılarıyla onları incitmiş olması hasebi ile hatalarını tevhid silgisi ile silmesi bekleniyormuş, o anlamış işin inceliğini…Kırmadan, taltifle anlatılmış..Çocuk anaokulu düzeyinde çünkü:)

Şimdi tüm kalbimle yanlış anlaşılmış olmamdan dolayı özür diliyorum ve bağışlanma umuyorum demiş kalbinden çocuk..Zaten affedildiğini bilerek bunu sevinçle yapıyormuş üstelik..

Gecenin mütealasını yaptıkları ilerleyen dönemlerde diğer işaret taşı çocuğa yazı paketleme sanatı üzerinde bir örnekleme çalıştırmış.Üzerinde çalıştığı bir divan dan, bir beyti yollayıp “bunu benim için şerh edermisiniz? demiş..Çocuk” benim hiç ilmim yok ki, nasıl şerh edeyim,hiç lisan bilmem” demiş..”Hadiii!!” demiş işaret taşı benim için, çözemedim(oyuna bak sen:)Çocuk:” Yorum yaparsam oyuna gelmiş olacağım,yorum yapmama kızıyorsunuz ama” demiş..”Başkalarına yormayın, ama benim için bir beyti yormanızı istiyorum, bakın bakalım ne çıkacak” demiş..Çocuğun en büyük zaafı harfler ve kelimelermiş, o da bunu biliyormuş zaten..Çocuk cümlelere ve kelimelere ve harflere zoomlamış hemen..”Aman Allahım” hiç anlamadığı Osmanlıca!!?(Dostu A’lilerinin deyimi ile Osmanlıca=sırlı dil) kelimeler..

En sevdiği halk hikayesi Kerem ile Aslı’nın son bölümünü hatırlamış..Kerem sazı çalıyormuş hani, Aslı’nın hırkasını soyabilmek için, tüm düğmeler sona dek açılıyor, tam Kerem sazı bırakacakken tüm düğmeler gene kapanıyormuş ve Kerem pes ettiğinde sabah ışıkları ile ağzından çıkan ahh ateşi ile küle dönüşüyormuş hani.Ya rabbim aynı hal.Bu kelimeler çok tehlikeli işte..O nu bıraksalar bu harflerle neler yapabilirmiş neler ama gönlünün efendisi ona şöyle diyormuş hep:”Bu edeb işidir ve disiplin ister..Yar ile muhabbet tenhalık ister..Edebi olmayanı küstahların kapısı, arka kapıdan kovarlar:(

Çocuk cümleleri ve kelimeleri soymuş..İşaret taşı beğenmemiş “biraz daha” demiş..Çocuk son katları da soymuş..”Aman Allahım “demiş “yaa” demiş adam.”O kendisinde bunu açığa çıkarttığı için, bu beyti, aslında kendisine yazmış..Çocuk” ama ben hiçbir dile vakıf değilim, bu manayı nasıl görebildim” demiş..İşaret taşı:”Çünkü orada lisan yok ,bu Allah ça , aslı ,ondan açık demiş..Hadi bakalım şimdi bunu paketle, mecazlarla sembollerle ört-giydir, kat kat bohçala demiş.Çocuk henüz soymayı öğrendiği için giydirme bölümünde hiç başarılı olamamış tabii.Zaten ona; bu örnek, nerede hata yaptığı hakkında yaşatılarak-incitmeden öğretilmiş..Çocuk nerede hata yaptığını en sonunda anlamış..

Artık büyümek lazımmış vesselam….

Büyük işaret taşı-Muhsin Dost:”Rüyan güzel ama önemli bir rüya değil” demiş…
”Ben sana yazma demiyorum ki yaz, ama kendiliğinden yazma sakın..Düşünerek,senden yazma…Sen zaten yazdıklarını kendine mal etmiyorsun ki değil mi? demiş..Çocuk hüzünle “evet “demiş..Nasıl mal edebilirmiş ki, onda hiç ilim yokmuş..Dostu ona:”Bu yazılar size ait değil” diye en başta söylemiş zaten..Çocuk kalbinden bunları geçiriyor yazılarına verilen izni, kalbi ile ona söylemeye çalışıyormuş..

Dost-u Muhsin tekrar:”Ben sana yazma demiyorum yaz, neden yazmayacaksın ki ?demiş..”Yaz ama sen peygamberin şeriatını, O’nun sünnetini yaz..O ne demiş nasıl davranmış sadece onları yaz..O’nun yaptığının dediğinin dışına çıkma, tamam mı demiş..Bak şunu yaz mesela “diye birkaç kez ısrarla tekrar etmiş..”Mesela sadakayı yaz .Bunu cami hocaları bile söyleyip anlatmazlar,çoğu kendileri de bilemez zaten “demiş..

”Allah Resulu sadaka almazdı ve onun mirasçıları da sadaka almazlar ama her an alışveriştedirler..Bir gülümseme ,bir dua,bir dert dinleyiş sadakadır..Birinin omuzuna destek olabilmek,selam vermek selam almak,onunla tebessümle sohbet etmek sadakadır,eşlerin birbirlerine muhabbeti,aile içi muhabbet,birini sabırla dinleyebilmek.İlla parayla malla olan bir şey değildir ki sadaka..Bu sohbet sadakadır, aldığını vereceksin ki artsın demiş..Geleni vereceksin ki artsın, eksilmesin..Bu yol cömertlerin yoludur..Yolun başında cömertler oturur.”Aslında tam olarak bunları söylememiş:)çocuk her zaman onun dediklerini unuttuğu için kalbinde kalan anlam olarak bunları kaydediyormuş şimdilik..

Rahatlayan çocuk bir kahve kolik olduğu için “kahve içebilir miyim” demiş sonunda..”Hay hay “demiş işaret taşı ve hep çay içilen bu meclislerde; çocuğun kahve isteyecek teklifsizliği olduğu yegane yermiş burası..Kahveler gelmiş..Bu inceliği atlamamak için kaydediyorum büyük işaret taşı:)Kendi özel fincanı ile kendisine sunulan o güzel kahveyi çocuğa yollamış dostu, çocuk bu zarif jesti reddetmiş evvela.. Dostu ısrar etmiş ve çocuk bayram hediyesi olan bu kahveyi büyük bir keyifle içmiş..Ve sohbet devam etmiş..Hepsi mutluymuşlar.

Arada iki işaret taşı susuyorlarmış..Diğerleri muzip gülüşüyorlarmış ne konuşuyorlar acaba diye..Ama onlarda henüz basiret açılamadığı için işin dedikodusundan sadece bakıyorlarmış tabii..”Yaz “demiş tekrar işaret taşı. “Ama sakın kendiliğinden yazma .O sana gelir ,çeşmeler akmaya başlar,o zaman hiç düşünmeden hatasız yazarsın hem de “demiş..Çocuk selsebile ait olmayı hatırlamış susmuş..

Adam :“Biliyorsun bu senin kaderinde var” demiş..Çocuk hüzünle gözleri dolarak:”Hak etmiyorum “demiş..”Neden?”demiş adam.”Çok günahkarım biliyorsunuz,hiç hak etmiyorum,hiçbir ilmim,bilgim,görgüm yok,bundan utanıyorum..”Gerçekten de çocuk bunun utancından eziliyormuş.Hak etmediği manalara –dostlara sahip olmak onu eziyormuş..Adam demiş ki: ”Günahların- cehennemin olmasaydı, cennetin ne önemi olurdu ki, unut !!Onlar geçti artık, onları düşünme demiş. Gözleri hüzünlüymüş onunda..Çocuk gözyaşları ile yine .”Ama ben hak etmiyorum demiş acıyla”..Aynı gözlere benzeyen bakışla bakmış adam..”Kim hak ediyor ki demiş,bak bana, ben hak ediyor muyum” demiş..Çocuk susmuş ne diyebilirmiş ki..Çocuk her şeyin bir lutufla olduğunu öğrenmiş çünkü..Acı ile bakışmışlar.Ve merhamet dile gelmiş..

Adam çocuğa anlayamadığı şeyi sözle anlatamayacağını anlamış..Çocuk görerek anlayabiliyormuş zaten O’da, ona ,o manayı sergilemeye karar vermiş..

Bak demiş!!

Küçük bir kuşun göğsünü şişirmesi gibi olanca nefesi ile göğsünü kabartmış..İşte bak bülbülün, gül ün dikenine göğsünü geçirmesini ve o dikende asılı kalmasını düşün demiş ve göğsünü öyle kuvvetle dikene geçirmiş ki çocuk gözyaşlarına engel olamamış..Ve demiş adam:”İşte ancak ondan sonra bülbül hak hakk hakk diye ötmeye başlayabilir..”Çocuk anlamış ve o acıyla ağlayarak susmuş,hepsi susmuşlar…

Nur Cihan14.01.2OO9

13 Ocak 2009 Salı

kahveciler Piri Hz. Ebul Hasan-i Şazeli





kahveciler Piri Hz. Ebul Hasan-i Şazeli

kahveciler piri hz. ebul hasan-i sazeli'nin ruhaniyetine adanmis, 1960'lere kadar anadolu'nun cesitli yerlerinde kahvehanelerin duvarlarini süslemis bereket duasi. "kahve, kahvehaneler" adli yazisinda duaya yer veren malik aksel, duanin altinda cok defa ne amacla konuldugu anlasilmayan, büyük, ici okunur okunmaz dualarla süslü ve yeniceri palasini andiran bir zülfikarin bulundugunu belirtir.

her seherde besmeleyle acilir dükkanimiz
hazret-i seyh sazeli'dir pirimiz, üstadimiz

bu kahve öyle bir kahvedir ki her usulü ba-safa
icinde sakin olanlar cekmesin asla cefa

bir gelen bir dahi gelsin demesinler bi-vefa
sahibine kil sefaat ya muhammed mustafa
ilahi sen saadetle müserref kil bu dükkani
letafetle aziz eyle gelen ahbab-i ihvani

benim iki cihan icre muradim ol huda'dir
ümidim ruz-i mahserde muhammed mustafa'dadir
Kaynak: EkşiSozluk



Kahve ve Derviş
Kahve, Yemenli bir derviş tarafından bulunur Katip Çelebi’ye göre. Hatta kahvenin, şeyhlerin ve sufilerin arasında kısa zamanda yaygınlaşmasının nedenini de “şehvet kesici özelliği” olarak açıklar Katip Çelebi.
Tarihçi Ahmet Efendi ise kahvenin dervişler tarafından bulunduğu konusunda hemfikirdir Katip Çelebi’yle. O, sadece daha detaylı anlatır kahvenin keşfini. Ahmet Efendi’nin demesine göre 1258 yılında Arabistan’da Şazeli dergahından bir derviş bulur kahveyi.
Dergahından kovulan bu derviş, Kuh-ı Esvab’a sürülür. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu yerde bitkin bir halde dolaşır durur. Açtır, susuzdur. Yemek için de çok alternatifi yoktur aslında.
Çünkü, bölge çekirdekli bir bitki tarafından boydan boya kaplanmıştır. Yediği bu küçük meyveler önce biraz ağzını bursa da, meyvelerin tadını beğenir derviş. Üç gün boyunca sadece bu meyveleri yer.
Her derde deva; kahve!

Bu arada dervişin, kovulmasından rahatsız olan bir grup başka derviş, bizim dervişi aramaya çıkar. Günler sonra bizimkini bulmasına bulurlar ama, bizim derviş pislikten uyuza yakalanmıştır. Çölün ortasında yapacak bir şey olmadığından mı yoksa, gerçekten bu çekirdeklerin suyunun hastalıklara iyi geleceğini düşündüklerinden mi bilinmez, çekirdekleri yanlarındaki suyla kaynatıp içirirler bizim dervişe. Kokusu enfes olan bu sıvıyı kendileri de içmemezlik etmezler tabi. Çölde kahve içerek geçen sekiz günün sonunda bizim dervişin kaşıntısı tamamen geçer. Şifa niyetine içtiği bu sıvı dervişi iyileştirir; öyle düşünürler.
Onlar Yemen’e varmadan önce “şifalı sıvı”nın kerameti varır. Şifalı suyun tarifi kulaktan kulağa yayılır. Herkes, bu mucizevi bitkinin çekirdeklerini toplayıp, hastalara içirmeye başlar. Böylece kahve, şifalı bir içecek olarak yaygınlaşır.

Bilinen en eski hikayeKahve ile ilgili en eski hikaye ise 17. yüzyılda Sorborne’de İlahiyat Profesörü olan Antonius Nairone tarafından derlenen, 850 yılında Yemen’de yaşamış Kaldi isimli bir keçi çobanına ait….Kaldi’nin keçileri bir gece aniden koşup oynamaya başlarlar. Gözleri kıpkırmızı olmuştur. Kaldi, bir türlü keçileri neyin bu hale getirdiğini çözemez. Akıl almak için tekkesine gidip, durumu dervişlere anlatır. Dervişler keçileri takip etmek gerektiğini söylerler. Keçilerin koruluğun birinin içinde boyları 1,8 metre ile 3,5 metre arasında çalılara benzeyen bitkileri yediklerini görürler.
Bitkilerin ne olduğunu anlamak için biraz yanlarına alıp tekkeye geri dönerler. Devişler , tekkede çiçeği incelerken içindeki sert çekirdekleri meyveleri fark ederler.Derken, nasıl oldu bilinmez, dervişlerden biri bu çekirdeklerin üzerine kaynamış su döker. Bu sıvıyı içenler kendilerini büyülenmiş gibi hissederler. Her tarafları uyuşmaya başlar önce. Terlerler. Ama bir süre sonra dinçleşirler. Keyifleri yerine gelir. Kendilerini iyi hissederler.
Dervişler bundan sonra sabah namazına kalktıklarında uykularını açmak için bu tohumların suyunu içmeye başlarlar. Bu sıvıya da “uyandıran”, “dinçleştiren” anlamında “kahveh” derler.


Kahvehanelerin doğuşu …Kahve çok sevilir, muhabbetlere eşlik etmekte de gecikmez. Hem kahve istenir, hem de iki çift kelam. Bunların yanında yazın güneşten koruyacak, kışın ısıtacak ufacık bir mekan...
İlk kahvehanenin 1511 yılında Mekke'de, kamusal alan olan bir caminin yanında ortaya çıktığını söyler, "Doğu'da Kahveler ve Kahvehaneler" adlı kitabında Helene Desmet Gregorie. Ekrem Işın da Gregorie 'yi destekler kahvelerin, camilerin yan unsuru olduğu konusunda. Ama Işın, Osman Nuri Ergin'in tezine dayanarak ilk kez caminin yanında açılan ve kahve içilen mekanın kahvehane değil, kıraathane olduğunu vurgular. İstanbul'da ilk kahvehane Tatakale'de Ayşe Saraçgil "Kahve'nin İstanbul'a Girişi" başlıklı kitabında, İstanbul'da ilk kahvehanelerin 1555 yılında, muhtemelen, Sultan'ın onayıyla açıldığını belirtir. Kahvenin geniş bir tabanda rağbet görmesi ve kahvehanelerin toplumsal kurum olarak yaygınlaşması İstanbul'a gelmesiyle gerçekleşir. Salah Birsel "Kahveler Kitabı"nda, 1574-1650 yılları arasında yaşamış olan Türk Tarihçisi Peçevi'nin İstanbul'da açılan ilk kahvehane hakkında yazdıklarını şöyle aktarır: "Peçevi, o yıl (1555) İstanbul'a Halep'ten Hakim adında bir herif, Şam'dan da Şems adında bir zarif geldiğini yazar. Bunlar Tahtakale'de bir büyük dükkan açıp 'kahvefüruşluk'a başlamışlar. Keyiflerine düşkün kimi 'yaranı safa' özellikle 'okur-yazar makulesi'nden nice zarifler buralarda toplanır. Kimi kitap okur, kimi tavla oynar, kimi satranca gömülür. Kimilerinin getirdiği 'nevgüfte' gazeller ise sanat üzerine konuşmalara yol açar. Dostları bir araya getirmek için 'nice akçeler ve pullar' sarfedip şölen yapanlar artık burda bir-iki akçe kahve parası vermekle bir araya gelir oldular. Kadılar, müderrisler, bekarlar, işten atılmış memurlar, kısacası devlet büyükleri dışında herkes "Böyle eğlenecek ve gönül dinlenecek yer olmaz" deyip kapağı buraya atarlar. Öyle ki; kimi zaman kahvehanelerde oturacak ve duracak yer bile bulunmaz".
Osmanlı da kahvehaneler kabul görür ve hızla yayılır yayılmasına ama Salah Birsel’in “Kahveler Kitabı”na göre, halkın kahvelere akın etmesi imamları, müezzinleri ve ikiyüzlü sofuları çileden çıkarır. Bunların “Halk kahvelere alıştı, mescitlere kimse gitmez oldu” demeye başlamaları üzerine din bilginleri de “Kahveler kötülük ocağıdır, meyhaneye gitmek oraya gitmekten iyidir” şeklinde dersler vermeye başlarlar.Bunların kopardığı patırtı o kadar yayılır ki, Şeyhülislam Ebussuut Efendi -Kur’anda kahve ile ilgili tek kelime olmadığı halde- kömürleşme derecesinde kavrulan her şeyi yasaklayan bir fetva verir ve kahve çuvallarını denize döktürür.
Ama padişah onaylamadığı için fetva, halk üzerinde pek de etkili olmaz. Halk yine kahvelere gizli gizli gitmeye devam eder. Fakat bazılarının, kahvelerin “fesat yatağı” olduğunu söylemeye devam etmesi üzerine II. Murat kahveler kapatılır ve kahve içmek yasaklanır.
III. Sultan Murat çağından sonra kimse yasak dinlemez olur. Hal böyle olunca din bilginleri arasında yeni tartışmalar başlar. Bazı din bilginleri kahve tanelerinin kömürleşmeden kavrulabileceğini öne sürer. Şeyhülislam Bostanzade Memet Efendi’nin (1539-1605) yeni fetvası üzerine III. Murat kahve yasağını kaldırır.
Her ne kadar I. Ahmed Dönemi’nde ve 1633 yılındaki büyük İstanbul yangınına neden oldukları gerekçesiyle IV. Murat zamanında tekrar yasaklansa da kahvehaneler Burçak Evren’in “Eski İstanbul'da Kahvehaneler” adlı kitabına göre, 16. yüzyıldan itibaren yaygınlaşarak gündelik yaşama sosyo - kültürel açıdan büyük katkıları bulunan mekanlar haline geldi.
Ekrem Işın’ın demesine göre ise Batı dünyasında özellikle Katolik Dünyası’nda kahve Papa tarafından Müslüman içeceği olduğu için yasaklanır.

Kahvehane Mimarisi..Burçak Evren, “Eski İstanbul’da Kahvehaneler” adlı kitabında, klasik bir kahvehaneyi şöyle betimler:”Kahvehaneler başlangıçta Naima'ya göre ‘Mecma-i zürefa’ yani güzel konuşmaların toplantı yeri Nihad Sami Banarlı’ya göre ise ‘akademik muhit’ görevini üstlenmişti. Kahvenin mimarisi de bu sohbeti etme olgusunun pratikliği ve işlevselliği üzerine kuruluydu. Çoğu yanmış, yıkılmış ya da benzer nedenlerden ötürü yok olduğu için ilk kahvehanelerin mimarisi hakkında kesin bilgiler günümüze kadar gelmemiştir. Ancak, Melling, Allom ve Walsh’ın 19. yüzyılda yaptıkları gravürlerde bu döneme ait kahvehanelerin aslına yakın mimarisini izlemek mümkün olmaktadır. Klasik planlı bir kahvenin önce orta meydanı olarak da isimlendirilen kare planlı bir avludan girilirdi. Çoğunlukla bu mekanın üç ya da dört tarafı bir metreye yakın oturma yerleriyle çevrilmişti. Kimi zaman ise ayakkabıların çıkarılacağı bir kunduralık bölümünü de içerirdi. Esas ana mekan bu giriş mekanından 20-30 cm. yükseklikte bir tabana sahipti. Bu mekan da kimi zaman çepeçevre 30 cm yüksekliğinde oturma yerlerinle çevriliydi ve ortasında tüm mekana hakim olan bir şadırvan ve ya ona benzer havuz içeriyordu. Ocağın bulunduğu köşenin karşısında ise merdivenle çıkılan etrafı parmaklıkla çevrilmiş 20-25 kişinin sığabileceği kerevetli baş sedir bulunuyordu. Buna sedirlik adı da veriliyordu. Buraya kahvenin müdavimlerinden çok, nüfuzlu kişiler oturuyordu. Tiryakilerin yeri ise baş sedirin yakınında önünde post ve ayrıca bir saat bulunan yerde idi. Kahvenin en hakim yerinde alçıdan yapılmış, yaşmaklı ocak bulunurdu. Ocağın her iki tarafında da içinde fincanların, zarfların ve diğer kahve takımlarının yer aldığı üç-dört gözlü raflar yer alırdı. Bunlara da delik denirdi. Bu rafların biraz uzağında sıra sıra çubukların saklandığı dolaplar ve ayrıca tütün ocakları da bulunurdu. Kahvenin bu konumu köy odaları ya da birlikte eğlenme, sohbet etme mekanlarıyla da büyük benzerlikler taşımaktaydı.”

Kahvehaheler; alışkanlık mekanları..
Eski İstanbul’un çeşit çeşit kahvehaneleri – mahalle kahvehaneleri, semai kahvehaneleri, esrarkeş kahvehaneleri, yeniçeri kahvehaneleri, vb. – üç aşağı beş yukarı benzer mimari özellikler taşısa da, ufak tefek farklılıklar da gösterirlerdi. Yeniçeri kahveleri daha gösterişli iken, yaşlıların devam ettiği mahalle kahvehaneleri daha sade; bakımsız esrarkeş kahvehaneleri gecelemeye müsait iken, semai (çalgılı) kahvehanelerde oturma düzeni gösteriye yönelik idi.
Elbette alışkanlık mekanlarıydı kahveler. Her dönemde kahvelerin gelip geçerken uğrayan müşterileri olsa da, müdavimleri asıldı. Müdavimler, ayak alıştırdıkları kahvenin mekansal atmosferine ısınırlar, değişikliklerden çoğunlukla rahatsız olurlardı. Günümüzde de, gediklilerini oluşturamayan ‘café’lerin ilk iş tasarımlarını yenilemeye kalkışmaları bundan olsa gerek. Canımızın çabuk sıkıldığı 21. yüzyılda müdavimler artık, eskiden olduğu kadar kesin profiller oluşturmasa da, yine de kahveler, masasından fincanına, duvarda asılı duran tablosuna kadar birçok ipucu taşır.

Önce doğu-batı, sonra batı-doğu..Vaktiyle özellikle ramazan ayında çalgılarla eğlenilen semai kahvelerinin gediklilerini Salah Birsel şöyle betimler:
“Her sınıf halk gelir bu kahvelere (…) ama has müşterileri tulumbacı, arabacı, sandalcı gibi esnaftır. Dahası, bunların da uçarı, çapkın, kabadayı takımıdır. Bu ele avuca sığmaz müşteriler ceket omuzda, fes yampirileşmiş olarak gelirler. Bellerindeki kuşaklarında bıçakları olur. Bıçak sapının iyice görünmesine pek önem verirler. Bu cakalı ve saldırgan angutlar, doğrusunda, kuru gürültüden başka bir şey değildir. Bunlar çıkardıkları çıngarda herkese rezil olurlar”.
Kahve ve kahvehanelerin doğudan batıya doğru başlayan yolculuğu, 19. yüzyıldan itibaren tersine döner. Özellikle Beyoğlu’nda farklı şıklıkta kahveler açılmaya başlar. Enis Batur, bu lüks kahvelerden Luxemburg’u Ebüzziya Tevfik’ten aktarır: “Hele Lüksemburg, şimdiki Kanzuk eczahanesinin bulunduğu yerde, eni ve boyu gayet geniş, duvarları kamilen aynalarla donanmış, peykeleri kadife kapalı, tavanı yaldızlı nakışlarla süslü mükellef bir yerdi.”
Şimdilerin kahve içilen mekanları, elbette hem klasik bir Osmanlı kahvesinden, hem de birbirlerinden farklılar. Yine de çok şey değişmemiş çünkü kahveler hala buluşma, vakit öldürme mekanları; Bu sıcak içeceğin kokusuna, tadına bağımlı olunmasa da gidilen mekanlar...
Ama eski İstanbul sokaklarında, sırtındaki bir sopanın iki ucuna astığı ocağı ve takımlarıyla dolaşan seyyar kahveciden bir fincan kahve alıp, oracıkta bir taşın üstüne oturarak yudumlamak ise, herhalde tiryakilikti.
Osmanlı'da Bir Devrim; Kahvehaneler…Kahvenin Osmanlı’ya ticari anlamda girişinin, Mısır’ın fethinden sonra olduğunu belirten İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Osmanlı ve Cumhuriyet Araştırmaları Bölüm Yöneticisi Ekrem Işın, kahvehanelerin Osmanlı’da hızla yayılmasını da Osmanlı’nın yaşam tarzına bağlıyor.

En başından, kahveden başlayacak olursak... Kahve Orta Çağ’da bilinen bir madde, fakat yiyecek olarak biliniyor, içecek olarak değil. Kahvenin ana vatanında; Etiyopya’nın güneyinde yani Habeşistan’daki yüksek yaylalarda yaşayan yerli halk, un haline getirdikleri kahve çekirdeğinden yaptıkları ekmekleri yiyorlar. Orta çağın sonlarında, Geç Rönesans Dönemi’nde, Habeşistan’dan Yemen’e giden gezginci dervişler yanlarında kahve de götürüyorlar. Kahve, bundan sonra oranın iklim şartlarına uyum sağlıyor ve orada yaygınlaşıyor.

Kahvenin içecek haline getirilmesi ise Yemen’de oluyor. Kahveyi kim ilk içecek haline getirmiş sorusunun ise tarihte pek çok cevabı var. Hz Süleyman, İbni Sina ve Şeyh Şazeli bunlardan bir kaçı. Fakat Şeyh Şazeli inanışı o kadar yaygın ki; Osmanlı folklorunda kahvecilerin piri Şeyh Şazeli olarak geçiyor.
Neden en yaygın inanış, kahveyi Şeyh Şazeli’nin bulduğu inanışı?Şeyh Şazeli’nin pir olması boşuna değil tabi. Dervişler, haftanın belli günleri toplanıp sabahlara kadar zikir yaparlar. Bu süre boyunca da zihnin açık olması gerekir. Kahve de içerdiği kafein nedeniyle zihni uyarır. Bu yüzden tarikatlar, dervişlerin zihnini açık tutmak için kahveden yararlanırlar. 1925 yılına yani; tekkelerin kapatılmasına kadar, buralarda kahve servisleri yapılırdı.
Peki, kahve nasıl oluyor da pek çok insanı etrafında toplayarak bir mekana evriliyor? Kahvehaneler nasıl çıkıyor ortaya?Toplumun büyük kesimi otururken geleneksel toplumda çok gezen üç tane zümre var. Bunlar tüccarlar, dervişler ve askerler. Bu üç unsur kültürel sirkülasyonu sağlar. Kahvenin yaygınlaşmasında dervişler birinci unsuru teşkil ediyorlar örneğin. Sonra tüccarlar geliyor.Kahve, tüccarlar tarafından İstanbul’a, Edirne’ye, Bursa’ya getiriliyordu önceleri. Fakat o zamanlarda kahve sadece toplumun üst tabakası tarafından tüketiliyordu. Osmanlılar, 1517’de Mısır’ı alınca kahvenin merkezine de ulaşmış oldular bir anlamda. Bu tarihten sonra kahve ticareti arttı. Dolayısıyla kahve daha tanınan bir madde haline geldi. Kahve içme alışkanlığı da alt tabakaya inince, köşkün yerini kahvehaneler aldı. Demek ki; ilk kahvehanelerin açılması da kahve içme alışkanlığının orta ve alt tabakalara indiğinin bir göstergesi.
1554 - 1555 yıllarında, Kanuni Dönemi’nde yani, ilk kahvehane Tahtakale’de Hakem ve Şems adlı iki kişi tarafından açılıyor. Tahtakale o zamanlar İstanbul’un kozmopolit diyebileceğimiz bir liman kesimi. Yani, Arapların, Afganların, Acemlerin, Şark tüccarlarının çok olduğu, dışarıda gelen insanların yoğun olduğu bir yer. İlk kahvehanenin burada açılması tesadüf değil yani. Kahve giderek Suriçi, Beyazıd, Aksaray, Kapalı Çarşı gibi ticaret bölgelerine ve oradan da sivil yerleşimlerin olduğu Müslüman ve azınlık mahallelerine doğru yayılıyor.
Kaynaklarda ilk kahvehanenin Mekke’de bir caminin yanında ortaya çıktığından ve burada ibadet için bekleyen halkın kahve içtiğinden bahsediliyor? İlk zamanlarda kahvehanenin caminin yan unsuru olduğu doğru. Ama orada da; bunların kahvehane değil, kıraathane olduğunu dair bir yorum getirilir. Osman Nuri Ergin’in tezine göre, o mekanlara daha çok okur yazar insanlar okumak için gidiyorlar. Zamanla okur yazar insanların elini ayağını buralardan çekmesiyle, bu mekanlara da ayak takımı doluyor ve kıraathaneler kahvehanelere dönüşüyor.
Ama kesin bir şey söylemek mümkün değil. Bunlar sadece birer tez.
Kahvehaneler neden Osmanlı’da hızlı bir genişleme gösteriyor?
Bu Osmanlı’nın yaşam tarzıyla ilgili. Osmanlı’da erkeklerin hayatlarında üç mekan var. Bunlardan biri dini mekan; cami, diğeri konut ve bir diğeri ise geçiminin sağlandığı üretime yönelik ticari mekan. Yani bir insan evinde ailesiyle birlikte yaşıyor, işine gidiyor para kazanıyor ve oradan da ibadet etmeye gidiyor.Kahvehaneler açıladığında ise dördüncü bir mekanla karşılaşıyoruz. Bu yeni mekan devrim niteliği taşıyor aslında. Peki, insanlar bu dördüncü mekana niçin giderler? Çünkü insanlar sosyal ilişki kurmak isterler. İşte, hayatın bu üç mekanın dışında gelişmesinin yolunu açan ilk mekan kahvehanelerdir.
Kahvehaneler topluma büyük bir dönüşüm getirmişler. Bu mekanlarda insanlar konuşur, tartışır, problemlere çözüm bulur, uzak diyarlardan gelen haberleri alır olmuşlardır. Yani, karmaşık bir kültürel doku, kahvehane toplantılarında kahve içeceğinin etrafında ortaya çıkar.
İnsanlar kahveyi bahane ediyorlar yani?
Evet, insanlar kahve bahanesiyle sohbet etmeye gidiyorlar. Asıl orda önemli olan mekanın kendisi. Çünkü geleneksel toplumlarda kültür ve bilgi sohbetle üretilir. Bu kültürün üretimine de bir mekan lazım. Dolayısıyla kahvehaneler de bunun için uygun yerler oluyor.
Zaman içinde kahveler nasıl çeşitlilik göstermeye başlıyor?
Osmanlı toplumu çok katmanlı bir toplum. Esnafın, ulemanın, azınlıkların yeniçerilerin gelenekleri ayrı. Dolayısıyla da süreç içinde de her zümrenin devam ettiği farklı kahvehane türleri doğuyor.
Örneğin yeniçeriliğin artık çöküşe yüz tuttuğu ve kışla dışına taştığı dönemde Yeniçeri kahvelerinde siyaset yapılıyor. Bunlaarın da kendi içinde dönüşümleri olmuş. Yeniçeri kahveleri yasaklandıktan sonra, o mirası mahalle raconuyla kaynaştıran kabadayıların gittiği tulumbacı kahveleri doğmuş.
Yine yeniçeri kültüründen gelen Semai kahveleri var. Bunlar, Abdülmecit Dönemi’nden itibaren, her zaman ayı boyunca aşıkların saz çalıp şiir söyledikleri kahvehaneler. Bu kahveler Aksarap, Suriçi, Kapalı Çarşı civarında kurulurlar. Ama o dönemde bir de modern Beyoğlu hayatı var. Beyoğlu’ndaki yerlerde alafranga müzikler çalınıyor, dans ediliyor. Semai kahvelerindeki ozanlar ise, Beyoğlu hayatını eleştirmek için alafranga şarkıları alaturka çalgılarla dejenere ederek çalıyorlar. Yani semai kahvelerinde eleştirel programlı bir melez müzik var.
Esnaf kahveleri var ve bunlar iş yeri gibi kullanılıyor. Örneğin badana yapacak ustayı siz o kahveden buluyorsunuz.
Kahvehaneler erkek nüfusun yaşayışını anlayabilmek için bir gözlem alanı aslında. Kadınların mekanları ise hamamlar. Hamam kadınların buluşma, kız alıp-verme, görücüye çıkma, setme yeri.
Kahvehane ve hamam örneklerinde yola çıkarak Osmanlı kurumlarının genellikle, kendi temel amaçlarının dışında faaliyet gösterdiği sonucuna varıyoruz.
Peki, neden kahve içeceği etrafında toplanıyor halk?Kahve bizim temel içeceğimiz çünkü. O dönemde meyhaneler var ama içki yasak. Bir de meyhaneler mahalle ölçeğinde hoş karşılanmayan yerler. Çay daha çok yeni. Bize daha 18. yy.da gelmiş. Büyük patlamasını da Cumhuriyet Devri’nde yapmış ve kahveyi unutturmuş.
Günümüzde, özellikle büyük şehirlerde, kahvehaneler yerlerini daha çok Batı kökenli olan kafelere bıraktılar...
Evet, ama o eski kahvehane kültürleri büyük şehirlerde öldü artık.
Yıllar yılı kahve falına bakıp geleceği görenler, hiç “kahve ve kahvehaneler niyetine” fal bakmamışlar mı, bakmışlar da bunların uğrayacağı değişimi görememişler mi yoksa görmüşler de söylememişler mi bilinmez. Bilinmez ya, aslında bu değişimi görmek için kahve falına da bakmak gerekmez... Ama ille kahve falından görmek icap ederse, gün gelir biliciler fincanlardan hiçbir şey okuyamaz olurlar... Bu da kendilerinin de içinde bulunduğu kocaman bir kültürün yok olmaya yüz tutması anlamına gelir...
“’Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ diyen alçakgönüllü kültürümüz, “Ne kadar çok para o kadar çok hizmet” diyen kapitalizmin fındık aromalı, latteli saldırıları karşısında daha ne kadar ayakta kalabilecek?” sorusunun yanıtı çok derinlerde değil. Kahvelerimize ekstra para vererek eklettiğimiz her aromanın, kahvelerimizi tatlandırdığı (!) kadar kültürümüzü tatlandırmadığı aşikar. Hızlı bir biçimde yapıldığı için şu koşuşturmacadan ibaret olan yaşamımızda cezbedici bir unsur olarak karşımıza çıkan ‘şipşak kahveler’, aslında hiç de masum değiller! ‘Geleneksel tatlar’ adı altında keyifle yudumladığımız bu içecekler, yok edilen kültürümüzün küllerinden yeni kazançlar elde etmenin tatlı bir çeşidi sadece...
Tahta iskemlede yada sedirde içilen acı bir kahveyi, rahat görünen koltuklara tercih edenlerin sayısı maalesef bu kadar azalmışken, bırakalım eski kahve mimarisini, kendine özgü hiçbir niteliği olmayan bu mekanların dolup taşması kültürümüz açısından tehlike çanlarından başka nedir ki? Doğu’nun misafirperverliğini kullanmaya çalışıp beceremeyen, misafirperverlikleri “hoşgeldiniz”den öte gidemeyen bu tarz kafelerin yaşamımıza bu denli yerleşmesini, uluslararası tekellerin yaşam biçimlerini bize dayatmalarının sadece küçük (kim bilir belki de büyük) bir aracı olarak açıklamaktan başka seçenek var mı?

Alıntılar ,Rumi Mevlevi Sufi Kültür Dergisi ‘ndendir

12 Ocak 2009 Pazartesi

ÇOCUĞUM SANA SÖYLÜYORUM EVLADIM SEN ANLA MASALI













Çocuğum Sana Söylüyorum Evladım
Sen Anla Masalı


Aklın sermâyesi, divaneliğin sırrıdır. Aşkın divânesi ise, dünyanın en akıllı, en derin düşünceli adamıdır.

Bir kimse iztırab ve derd yolundan giderek, gönül sırlarına aşina olursa, onun kendinden haberi olmaz, hatta onun, kendine karşı bile binlerce yabancılığı vardır.

Hz. Mevlâna Muhammed Celaleddin-i Rûmî (k.s.)

Gerçek Aşıklara Sala Denildi


Gerçek aşıklara sala denildi
Dertli olan gelsin dermanı buldum
Ah ile vah ile cevlan ederken
Canımın içinde cananı buldum

Akar gözlerimden yaş yerine kan
Zerrece görünmez gözüme cihan
Deryalar nuş edip kanmaz iken can
Aşıklar kandıran ummanı buldum

Aşıklar meydana doğru varırlar
Erenler cem'olmuş verir alırlar
Cümle evliyalar divan dururlar
Cevahir bahşolan dükkanı buldum

Açılmış dükkanlar kurulmuş pazar
Canlar mezad olmuş dellaller gezer
Oturmuş ümmetin beratın yazar
Hakk'a mahbub olan sultanı buldum

Emir Sultan der ne hoş pazar imiş
Aşıklar meydan edip gezer imiş
Cümlenin maksudu ol didar imiş
Hakk'a karşı duran divanı buldum

Emir Sultan



Bir Var mış,Bir Yok muş,İki Zaman ı da gönlünde yaşatan bir çocuk varmış…
Bir gün çocuk ağlayarak mana padişahını aramış:”Giderek yalnızlaşıyorum,kimseyle paylaşamadığım sorularım-cevaplarım ve dertlerim var..Aklımı yitirmekten korkuyorum,hiç mi dostum olmayacak,yapayalnız mı kalacağım?” demiş..Dost-u Alisi :”Olur mu hiç öyle şey,aklınızı yitirmeyeceksiniz ve yolun sonuna dek gideceksiniz korkmayınız ,ve dostlarınız çok olacak,yalnız da kalmayacaksınız,merak etmeyiniz” demiş..

Ve çocuk hayatının sonuna dek bu Dostu A’lilerine teşekkür masal- mektupları yazacakmış belki de..Çocuğun başkalarının kitaplarının içine girip, o kitapları hayalinde yaşaması gibi; onun da masallarının içine girip, bu masalları yaşayanlar oluyormuş ve çocuk buna hiçç şaşırmıyormuş..Ruh dostları her yerden birbirlerini tanıyormuş nasılsa..Yani sonuç,hiç birimiz yalnız değiliz..Ve başıboş da değiliz..Geldiğimiz yer aynı,gideceğimiz yer aynı,hatıralar aynıymış değil mi?

Çocuk en büyük soruları,hayalleri,günahları,çıkmazları ile boğulduğu döneminde, bir baba dostu ile tanıştırılmış..

Lakin çocuk tasavvufa şiddetle karşı,mürşide şiddetle karşı,zikre kat be kat şiddetle karşı imiş o vakitler..Kitaplardan öğreneceğini sanıyormuş..Oysaki okuduğu kitaplar,o kitapları yazanlar ve o yazara himmet edenler çocuk okudukça hayallerinden çocuğu okuyorlarmış hem de okutuyorlarmış...Ve çocuk kendinden kaçtıkça ana merkeze doğru bilmeden sürükleniyormuş.Hatta son aylarda sürekli Ali Baba ve 40 Haramiler masalını düşünmekteymiş..Çünkü çocuk aynı 40 ı ,1 Ali Baba olanların elindeki top gibi hissediyormuş kendisini..Kendisinden kaçarken öyle bir köşeye sıkıştırmış ki yine kendisini..O ben özgürüm,ben izinliyim,ben sorumluk almam,başıma buyrukum havaları poffffffff diye indirilmiş:)

İşte,ilk tanıştıklarında bu Dost-u Muhsin -işaret taşı,çocuğu sakince dinlemiş ..Çocuk onun manasından habersiz anlatıp durmuş,öyle teklifsizmiş yani, her zamanki gibi. ..İşaret taşı adam çocuğun geçmişini üstü kapalı tek tek sermiş ortaya. Çocuk ona utanarak bakmış,nasıl biliyor diyerek ve eklemiş adam: “Sen bu yolda neler istiyorsun ama bunu tek başına yapamazsın ki ..Var mı gücün ?..Hadi!!! Neden hala konuşarak kendini yoruyorsun ki.?Kalbinle, yorulmadan derdini bana anlat,kalbinle konuş..Ben senle konuşabilirim mesela, beni anlıyor musun?” demiş..Çocuk hayretle başını sağa -sola sallamış..”Hayır,ben kalbinizden geçenleri anlayamam ki”..”Ee” demiş adam: “O zaman bunlarla uğraşma yada yolu edebi ile öğren…”

Ve bir gece işaret taşı ve birkaç dostu SALA eşliğinde bir seromoni gerçekleştirmişler..Çocuk önce dehşetle izliyormuş.çünkü sesli zikirden nedense çok ürküyormuş..Ama işaret taşı,sala okumaya başladığında çocuk darmadağınık olmuş,nedeni bilmediği ilk gözyaşlarını işte o gün dökmeye başlamış..Sala çocuğa neden böyle etkiliyormuş hiçç anlamıyormuş nedense ve o gün Dost-u Muhsin’le kalbinde ilk bağ oluşmuş..



Seneler geçtikçe çocuk onun küçük,ahşap meyhanesinin müdavimlerinden olmuş..O harika bir pir-i mugan mış..Çocuk müziğe hayranmış..Müzikte anlamını bilmediği en büyük cazibe gizliymiş çocuğun..Ahengin,nazım hikmetli dairelerin arasında yok olmak en sevdiği şey olmuş zamanla.


İkisinin dostluklarının antlaşması da çok ilginçmiş.Meşreb-i zevk-ü sefa olan bu ikili, bir gün yan yana oturuyorlarmış..Dostu aynı bir kızılderilinin barış çubuğu antlaşması gibi bir seromoni yapmış..Ve çocuk onun hatırını kırmamış..Demiş ki işaret taşı:”Artık bir dostun oldu, mübarek olsun:)”


Çocuk cennetin kendisi olan Allah dostlarını çok seviyormuş. Kevserin kendisi olan Allah dostlarının sohbetini de çok seviyormuş.Her şeyi unutuyormuş bu meclislerde nedense..
İşte bu masalda, bu İşaret Taş’ına adanmış bir masalmış. Bu gün den yarına, selam selam diyerek kendisine.


Çocuk ve dostları bayram ziyaretine gitmişler bir gece, işaret taşı olan Muhsin Dost’a..O çocuğun padişahının da sevdiği,dudağından öptüğü,onları ebedi istirahatgahlarına koyarken sırlı seromonilerini gerçekleştiren-kazanları gömenmiş aynı zamanda..Pek çok gizli ilme vakıf ama bunları asla söylemeyenmiş hem de..Çocuk bazen postunu sermiş üzerine oturmuş bu mana adamına bakar, neyin üstünde oturduğunu düşünürmüş ve ürkermiş..O aynı vakitte gerçek bir tesbih ustasıymış..Ayaklı kabirlerden canları çalan muhteşem bir avcıymış aynı vakitte..Gerçek bir müzisyen..Harika bir aile reisi..Titiz bir ev sahibi..Hayatın içinde, asla hayattan kopmadan mana ehli biri işte..Öyle sakin,kendisinden kimselerin haberdar olmadığı bir muammaymış..

Çaylar gelmiş,sohbet ilerlemiş çocuk demiş ki:” Bir rüya gördüm bu bayram sabahı.”.”Hayırdır “demiş büyük işaret taşı “anlat..”Çocuk:” Bayram için yazdığım yazıya dair bu rüya” demiş..Büyük işaret taşı “dur “demiş..”Yavaş yavaş anlat, ben konuşacağım.Sen,ben anlat dedikçe anlat, tamam mı” demiş..”Tamam” demiş çocuk..

Ve başlamış konuşmaya adam:

”Neden yazıyorsun ki,yazma ..Sen …ı kaydediyorsun,yapma ,O yazmış ama sen sakın yazma.”
”……. kaydedilmez.yapma”..Kaydetmiyorum” demiş çocuk ,”yazmıyorum..”

”Sen ….. lik yazıyorsun demiş işaret taşı, bunu yapma..Buna izin yok..Kimse imtihanı bozamaz ..Kim kulluk yapacak o zaman ,esas kul lazım demiş..

”Yapmıyorum “demiş çocuk .”Yapıyorsun,biliyorum” demiş gülerek işaret taşı:” Yazdıklarını biliyorum “.”Nasıl?” diyecekmiş, diyememiş.Çünkü onun sanal alemlerin sanal düzenleyicilerinden olduğunu biliyormuş çocuk .Susmuş..Birbirlerine bakıp gülüşmüşler hepsi..Kimse nereden biliyorsunuz dememiş tabii.Hep beraber gülmüşler sadece..


Çocuk demiş ki” sadece Hz. Mevlana dan copy- yapıştır yapıyorum demiş.”Onu yap, onda bir şey yok. Ben onu demiyorum ki “demiş işaret taşı..Çocuk:”Bana dünyanın neresinde ne olursa olsun ,hangi sembolü görürsem göreyim aynı manaya getirmek kolay geliyor o yüzden onları yazıyorum demiş çocuk..İşaret taşı:”Ben onu demiyorum ki,onlarda da bir şey yok onları da yaz “demiş..Bir türlü çocuk neyi yazmaması gerektiğini ve neyi yanlış yazdığını çözemiyormuş velhasılıkiram..

Şimdi rüyaya devam et demiş adam..”İki hediye paketi gelmişti ,birde mektup. Budist rahiplerden..Mektupta bayram için yazdığınız,”Rahim Ümmi Anne’ye” yazınızı en masum ,en safiyetle yazılmış yazı seçtik,sizi kutluyoruz diyorlar” demiş çocuk..”Ama onlara Budist rahip demem doğru olur mu?”

”Şimdi dur” demiş işaret taşı..”Evet onlara rahip de.Neden demiyeceksin ki..Tevhid ehli nice rahipler var..Bizimde evlatlarımız var pek çok, rahip elbisesi ile görevlerine devam eden..Ama onların adı rahip kendisi tevhid ehli- İslam dır..

”Devam et “demiş çocuğa..”İşte birinci paketi açtım, çiçeklerden yapılmış harika bir kolye çıktı ,boynuma taktım..İkinci paketi açtım..İçinden renkli çiçek baskılı bir kağıda yazım basılmış bir tablo çıktı..Çok güzeldi..Yan bölümüne anaokulu çocukları için yazı takımı ve boya malzemeleri asılmıştı..Onları çıkartıp sizin minik kız torununuza hediye ettim. Kendime sadece daha evvel kullandığım mavi silgiyi alıkoydum..
Ve devam etmiş çocuk……………….
İşaret taşı demiş ki “dur.

Baş parmağı ile işaret parmağını birleştirerek daire yapmış.Çocuğa doğru göstermiş:”Bu nedir? demiş..Hamse=5(O)” diye eklemiş..

”Hırka’nın altına Hz Peygamber kaç kişiyi aldı,tam 5 kişi değil mi..Sen kalkıp 6. yı ,o Hırka’nın içine sokamazsın sakın bunu yapma” demiş..Çocuk anlamadığı için şaşkın bakıyormuş..”Ama demiş içinden Selman-ı Farisi var. Hz Resul, O’nun elini de tuttu hırkanın dışından..”Buna cevabı daha sonra olayı konuştukları diğer işaret taşı vermiş çocuğa:”Selma-i Farisi; O, hamseyi-5 i kendisinde açığa çıkartan demektir “demiş..”Hıııııı” demiş çocuk “hımmm..”
……………………………..

Çocuğun bu kısımda Budist rahiplerin tevhid ehli olanlarından özür dilemesi ve geçmişte yazılarıyla onları incitmiş olması hasebi ile hatalarını tevhid silgisi ile silmesi bekleniyormuş, o anlamış işin inceliğini…Kırmadan, taltifle anlatılmış..Çocuk anaokulu düzeyinde çünkü:)
Şimdi tüm kalbimle yanlış anlaşılmış olmamdan dolayı özür diliyorum ve bağışlanma umuyorum demiş kalbinden çocuk..Zaten affedildiğini bilerek bunu sevinçle yapıyormuş üstelik..

Gecenin mütealasını yaptıkları ilerleyen dönemlerde diğer işaret taşı çocuğa yazı paketleme sanatı üzerinde bir örnekleme çalıştırmış.Üzerinde çalıştığı bir divan dan, bir beyti yollayıp “bunu benim için şerh edermisiniz? demiş..Çocuk” benim hiç ilmim yok ki, nasıl şerh edeyim,hiç lisan bilmem” demiş..”Hadiii!!” demiş işaret taşı benim için, çözemedim(oyuna bak sen:)Çocuk:” Yorum yaparsam oyuna gelmiş olacağım,yorum yapmama kızıyorsunuz ama” demiş..”Başkalarına yormayın, ama benim için bir beyti yormanızı istiyorum, bakın bakalım ne çıkacak” demiş..Çocuğun en büyük zaafı harfler ve kelimelermiş, o da bunu biliyormuş zaten..Çocuk cümlelere ve kelimelere ve harflere zoomlamış hemen..”Aman Allahım” hiç anlamadığı Osmanlıca!!?(dostu a’lilerinin deyimi ile Osmanlıca=sırlı dil) kelimeler..


En sevdiği halk hikayesi Kerem ile Aslı’nın son bölümünü hatırlamış..Kerem sazı çalıyormuş hani, Aslı’nın hırkasını soyabilmek için, tüm düğmeler sona dek açılıyor, tam Kerem sazı bırakacakken tüm düğmeler gene kapanıyormuş ve Kerem pes ettiğinde sabah ışıkları ile ağzından çıkan ahh ateşi ile küle dönüşüyormuş hani.Ya rabbim aynı hal.Bu kelimeler çok tehlikeli işte..O nu bıraksalar bu harflerle neler yapabilirmiş neler ama gönlünün efendisi ona şöyle diyormuş hep:”Bu edeb işidir ve disiplin ister..Yar ile muhabbet tenhalık ister..Edebi olmayanı küstahların kapısı, arka kapıdan kovarlar:(


Çocuk cümleleri ve kelimeleri soymuş..İşaret taşı beğenmemiş “biraz daha” demiş..Çocuk son katları da soymuş..”Aman Allahım “demiş “yaa” demiş adam.”O kendisinde bunu açığa çıkarttığı için, bu beyti, aslında kendisine yazmış..Çocuk” ama ben hiçbir dile vakıf değilim, bu manayı nasıl görebildim” demiş..İşaret taşı:”Çünkü orada lisan yok ,bu Allah ça , aslı ,ondan açık demiş..Hadi bakalım şimdi bunu paketle, mecazlarla sembollerle ört-giydir, kat kat bohçala demiş.Çocuk henüz soymayı öğrendiği için giydirme bölümünde hiç başarılı olamamış tabii.Zaten ona; bu örnek, nerede hata yaptığı hakkında yaşatılarak-incitmeden öğretilmiş..Çocuk nerede hata yaptığını en sonunda anlamış..

Artık büyümek lazımmış vesselam….

Büyük işaret taşı-Muhsin Dost:”Rüyan güzel ama önemli bir rüya değil” demiş…”Ben sana yazma demiyorum ki yaz, ama kendiliğinden yazma sakın..Düşünerek,senden yazma…Sen zaten yazdıklarını kendine mal etmiyorsun ki değil mi? demiş..Çocuk hüzünle “evet “demiş..Nasıl mal edebilirmiş ki, onda hiç ilim yokmuş..Dostu ona:”Bu yazılar size ait değil” diye en başta söylemiş zaten..Çocuk kalbinden bunları geçiriyor yazılarına verilen izni, kalbi ile ona söylemeye çalışıyormuş..Dost-u Muhsin tekrar:”Ben sana yazma demiyorum yaz, neden yazmayacaksın ki ?demiş..”Yaz ama sen peygamberin şeriatını, O’nun sünnetini yaz..O ne demiş nasıl davranmış sadece onları yaz..O’nun yaptığının dediğinin dışına çıkma, tamam mı demiş..Bak şunu yaz mesela “diye birkaç kez ısrarla tekrar etmiş..

”Mesela sadakayı yaz .Bunu cami hocaları bile söyleyip anlatmazlar,çoğu kendileri de bilemez zaten “demiş..”Allah Resulu sadaka almazdı ve onun mirasçıları da sadaka almazlar ama her an alışveriştedirler..Bir gülümseme ,bir dua,bir dert dinleyiş sadakadır..Birinin omuzuna destek olabilmek,selam vermek selam almak,onunla tebessümle sohbet etmek sadakadır,eşlerin birbirlerine muhabbeti,aile içi muhabbet,birini sabırla dinleyebilmek.İlla parayla malla olan bir şey değildir ki sadaka..Bu sohbet sadakadır, aldığını vereceksin ki artsın demiş..Geleni vereceksin ki artsın, eksilmesin..Bu yol cömertlerin yoludur..Yolun başında cömertler oturur.”Aslında tam olarak bunları söylememiş:)çocuk her zaman onun dediklerini unuttuğu için kalbinde kalan anlam olarak bunları kaydediyormuş şimdilik..


Rahatlayan çocuk bir kahve kolik olduğu için “kahve içebilir miyim” demiş sonunda..”Hay hay “demiş işaret taşı ve hep çay içilen bu meclislerde; çocuğun kahve isteyecek teklifsizliği olduğu yegane yermiş burası..Kahveler gelmiş..Bu inceliği atlamamak için kaydediyorum büyük işaret taşı:)Kendi özel fincanı ile kendisine sunulan o güzel kahveyi çocuğa yollamış dostu, çocuk bu zarif jesti reddetmiş evvela.. Dostu ısrar etmiş ve çocuk bayram hediyesi olan bu kahveyi büyük bir keyifle içmiş.
.
Ve sohbet devam etmiş..Hepsi mutluymuşlar.Arada iki işaret taşı susuyorlarmış..Diğerleri muzip gülüşüyorlarmış ne konuşuyorlar acaba diye..Ama onlarda henüz basiret açılamadığı için işin dedikodusundan sadece bakıyorlarmış tabii..

”Yaz “demiş tekrar işaret taşı. “Ama sakın kendiliğinden yazma .O sana gelir ,çeşmeler akmaya başlar,o zaman hiç düşünmeden hatasız yazarsın hem de “demiş..Çocuk selsebile ait olmayı hatırlamış susmuş..
Adam :“Biliyorsun bu senin kaderinde var” demiş..Çocuk hüzünle gözleri dolarak:”Hak etmiyorum “demiş..”Neden?”demiş adam.”Çok günahkarım biliyorsunuz,hiç hak etmiyorum,hiçbir ilmim,bilgim,görgüm yok,bundan utanıyorum..”Gerçekten de çocuk bunun utancından eziliyormuş.Hak etmediği manalara –dostlara sahip olmak onu eziyormuş..Adam demiş ki: ”Günahların- cehennemin olmasaydı, cennetin ne önemi olurdu ki, unut !!Onlar geçti artık, onları düşünme demiş. Gözleri hüzünlüymüş onunda..Çocuk gözyaşları ile yine .”Ama ben hak etmiyorum demiş acıyla”..Aynı gözlere benzeyen bakışla bakmış adam..”Kim hak ediyor ki demiş,bak bana, ben hak ediyor muyum” demiş..Çocuk susmuş ne diyebilirmiş ki..Çocuk her şeyin bir lutufla olduğunu öğrenmiş çünkü..Acı ile bakışmışlar.Ve merhamet dile gelmiş..


Adam çocuğa anlayamadığı şeyi sözle anlatamayacağını anlamış..Çocuk görerek anlayabiliyormuş zaten O’da, ona ,o manayı sergilemeye karar vermiş..

Bak demiş!!

Küçük bir kuşun göğsünü şişirmesi gibi olanca nefesi ile göğsünü kabartmış..İşte bak bülbülün, gül ün dikenine göğsünü geçirmesini düşün demiş ve göğsünü öyle kuvvetle dikene geçirmiş ki çocuk gözyaşlarına engel olamamış..Ve demiş adam:”İşte ancak ondan sonra bülbül hak hakk hakk diye ötmeye başlayabilir..”

Çocuk anlamış ve o acıyla ağlayarak susmuş,hepsi susmuşlar…
Nur Cihan
14.01.2009
nuralem7@hotmail.com


6 Ocak 2009 Salı

KUDÜS BİZİMDİR



http://www.sufizmveinsan.com/arastirma/kudusbizimdir.html





KUDÜS BİZİMDİR

DUVARLARIN OLMADIĞI BİR DÖNEMDE
GÖKYÜZÜNDEN BAKIYORDU

YERYÜZÜNDE BİR YER VAR DI ,KALE GİBİYDİ O YER
FATİH’İN SURLARI GİBİYDİ
ETRAFI DUVARLARLA ÇEVRİLMİŞTİ HANİ

DUVARLAR MUHAMMED YAZIYORDU, A-RAB-ÇA

VE YAZIYORDU GÖKTE
VE SÖYLENİYORDU BİR GÜZEL SESLE, ŞU MÜJDE

KUDÜS BİZİMDİR

SAVAŞAN RESULULLAH DI
TOZ TOPRAK İÇİNDEYDİ SAHEBE
OMUZ OMUZAYDILAR
VE BİR MİLİM BOŞLUK YOKTU ARALARINDA

ONLAR BEYAZDILAR
SARIKLARI BEYAZDI
ÜZERLERİ TOZA BULANMIŞTI
DAİMA SAF VE ARINMIŞ OLANDILAR


SAVAŞA GELMEK İSTEYENE
HAYIR DEDİ RESULULLAH

SEN KAL!! SAVAŞA GELEMEZSİN,YEMEK YAPACAKSIN

İSTİYORMUŞ ŞİMDİ O KAZANCI

O DUVARLARIN ÖRDÜĞÜ
MUHAMMED KAZANINDA

FİLİSTİN Lİ ANNELERİN GÖZYAŞLARINDA

İSRAİL İN NEFRETİ-KİNİ PİŞSİN

YAKITI, FİLİSTİN Lİ ÇOCUKLARIN ELLERİNDEKİ
TEK SİLAH, O SAPAN TAŞLARI OLSUN



FİLİSTİN İN SOKAKLARINA DÖKÜLEN BU AŞ

İSRAİL İN PİŞMİŞ AŞI OLSUN

VE KAZANCI ,O KAZANI TERTEMİZ YIKASIN

AMİNNN AMİN AMİNNNNNNNNN

BU GÜN O DUVARLAR GERÇEKTEN VAR
BU GÜN O DUVARLARIN İÇİNDE KATLİAM VAR

VE KALBİMDE İZİ KALAN O YAZI İLE

VE O SESLE DİYORUM Kİ

KUDÜS HEP BİZİMDİ VE BİZİM OLACAK

Allahümme salli ve sellim ve barik ala seyyidina muhammedin innurizzatiyyi ves sirris sari fi sairil esmai ves sıfat.

AMİNNNNNNNNNNNN

nur cihan