kahveciler Piri Hz. Ebul Hasan-i Şazeli
kahveciler piri hz. ebul hasan-i sazeli'nin ruhaniyetine adanmis, 1960'lere kadar anadolu'nun cesitli yerlerinde kahvehanelerin duvarlarini süslemis bereket duasi. "kahve, kahvehaneler" adli yazisinda duaya yer veren malik aksel, duanin altinda cok defa ne amacla konuldugu anlasilmayan, büyük, ici okunur okunmaz dualarla süslü ve yeniceri palasini andiran bir zülfikarin bulundugunu belirtir.
her seherde besmeleyle acilir dükkanimiz
hazret-i seyh sazeli'dir pirimiz, üstadimiz
bu kahve öyle bir kahvedir ki her usulü ba-safa
icinde sakin olanlar cekmesin asla cefa
bir gelen bir dahi gelsin demesinler bi-vefa
sahibine kil sefaat ya muhammed mustafailahi sen saadetle müserref kil bu dükkani
letafetle aziz eyle gelen ahbab-i ihvani
benim iki cihan icre muradim ol huda'dir
ümidim ruz-i mahserde muhammed mustafa'dadir
Kaynak: EkşiSozluk
Kahve ve Derviş
Kahve, Yemenli bir derviş tarafından bulunur Katip Çelebi’ye
göre. Hatta kahvenin, şeyhlerin ve sufilerin arasında kısa zamanda
yaygınlaşmasının nedenini de “şehvet kesici özelliği” olarak açıklar Katip
Çelebi.
Tarihçi Ahmet Efendi ise kahvenin dervişler tarafından
bulunduğu konusunda hemfikirdir Katip Çelebi’yle. O, sadece daha detaylı
anlatır kahvenin keşfini. Ahmet Efendi’nin demesine göre 1258 yılında
Arabistan’da Şazeli dergahından bir derviş bulur kahveyi.
Dergahından kovulan bu derviş, Kuh-ı Esvab’a sürülür. Kuş
uçmaz, kervan geçmez bu yerde bitkin bir halde dolaşır durur. Açtır, susuzdur.
Yemek için de çok alternatifi yoktur aslında.
Çünkü, bölge çekirdekli bir bitki tarafından boydan boya
kaplanmıştır. Yediği bu küçük meyveler önce biraz ağzını bursa da, meyvelerin
tadını beğenir derviş. Üç gün boyunca sadece bu meyveleri yer.
Her derde deva;
kahve!
Bu arada dervişin, kovulmasından rahatsız olan bir grup
başka derviş, bizim dervişi aramaya çıkar. Günler sonra bizimkini bulmasına
bulurlar ama, bizim derviş pislikten uyuza yakalanmıştır. Çölün ortasında
yapacak bir şey olmadığından mı yoksa, gerçekten bu çekirdeklerin suyunun
hastalıklara iyi geleceğini düşündüklerinden mi bilinmez, çekirdekleri
yanlarındaki suyla kaynatıp içirirler bizim dervişe. Kokusu enfes olan bu
sıvıyı kendileri de içmemezlik etmezler tabi. Çölde kahve içerek geçen sekiz
günün sonunda bizim dervişin kaşıntısı tamamen geçer. Şifa niyetine içtiği bu
sıvı dervişi iyileştirir; öyle düşünürler.
Onlar Yemen’e varmadan önce “şifalı sıvı”nın kerameti varır.
Şifalı suyun tarifi kulaktan kulağa yayılır. Herkes, bu mucizevi bitkinin
çekirdeklerini toplayıp, hastalara içirmeye başlar. Böylece kahve, şifalı bir
içecek olarak yaygınlaşır.
Bilinen en eski
hikaye…Kahve ile ilgili en eski hikaye ise 17. yüzyılda Sorborne’de
İlahiyat Profesörü olan Antonius Nairone tarafından derlenen, 850 yılında
Yemen’de yaşamış Kaldi isimli bir keçi çobanına ait….Kaldi’nin keçileri bir
gece aniden koşup oynamaya başlarlar. Gözleri kıpkırmızı olmuştur. Kaldi, bir
türlü keçileri neyin bu hale getirdiğini çözemez. Akıl almak için tekkesine
gidip, durumu dervişlere anlatır. Dervişler keçileri takip etmek gerektiğini
söylerler. Keçilerin koruluğun birinin içinde boyları 1,8 metre ile 3,5 metre
arasında çalılara benzeyen bitkileri yediklerini görürler.
Bitkilerin ne olduğunu anlamak için biraz yanlarına alıp
tekkeye geri dönerler. Devişler , tekkede çiçeği incelerken içindeki sert çekirdekleri
meyveleri fark ederler.Derken, nasıl oldu bilinmez, dervişlerden biri bu
çekirdeklerin üzerine kaynamış su döker. Bu sıvıyı içenler kendilerini
büyülenmiş gibi hissederler. Her tarafları uyuşmaya başlar önce. Terlerler. Ama
bir süre sonra dinçleşirler. Keyifleri yerine gelir. Kendilerini iyi
hissederler.
Dervişler bundan sonra sabah namazına kalktıklarında
uykularını açmak için bu tohumların suyunu içmeye başlarlar. Bu sıvıya da
“uyandıran”, “dinçleştiren” anlamında “kahveh” derler.
Kahvehanelerin doğuşu
…Kahve çok sevilir, muhabbetlere eşlik etmekte de gecikmez. Hem kahve
istenir, hem de iki çift kelam. Bunların yanında yazın güneşten koruyacak,
kışın ısıtacak ufacık bir mekan...
İlk kahvehanenin 1511
yılında Mekke'de, kamusal alan olan bir caminin yanında ortaya çıktığını söyler,
"Doğu'da Kahveler ve Kahvehaneler" adlı kitabında Helene Desmet
Gregorie. Ekrem Işın da Gregorie 'yi destekler kahvelerin, camilerin yan unsuru
olduğu konusunda. Ama Işın, Osman Nuri Ergin'in tezine dayanarak ilk kez
caminin yanında açılan ve kahve içilen mekanın kahvehane değil, kıraathane
olduğunu vurgular. İstanbul'da ilk kahvehane Tatakale'de Ayşe Saraçgil
"Kahve'nin İstanbul'a Girişi" başlıklı kitabında, İstanbul'da ilk
kahvehanelerin 1555 yılında, muhtemelen, Sultan'ın onayıyla açıldığını belirtir.
Kahvenin geniş bir tabanda rağbet görmesi ve kahvehanelerin toplumsal kurum
olarak yaygınlaşması İstanbul'a gelmesiyle gerçekleşir. Salah Birsel
"Kahveler Kitabı"nda, 1574-1650 yılları arasında yaşamış olan Türk
Tarihçisi Peçevi'nin İstanbul'da açılan ilk kahvehane hakkında yazdıklarını
şöyle aktarır: "Peçevi, o yıl (1555) İstanbul'a Halep'ten Hakim adında bir
herif, Şam'dan da Şems adında bir zarif geldiğini yazar. Bunlar Tahtakale'de
bir büyük dükkan açıp 'kahvefüruşluk'a başlamışlar. Keyiflerine düşkün kimi
'yaranı safa' özellikle 'okur-yazar makulesi'nden nice zarifler buralarda
toplanır. Kimi kitap okur, kimi tavla oynar, kimi satranca gömülür. Kimilerinin
getirdiği 'nevgüfte' gazeller ise sanat üzerine konuşmalara yol açar. Dostları
bir araya getirmek için 'nice akçeler ve pullar' sarfedip şölen yapanlar artık
burda bir-iki akçe kahve parası vermekle bir araya gelir oldular. Kadılar,
müderrisler, bekarlar, işten atılmış memurlar, kısacası devlet büyükleri
dışında herkes "Böyle eğlenecek ve gönül dinlenecek yer olmaz" deyip
kapağı buraya atarlar. Öyle ki; kimi zaman kahvehanelerde oturacak ve duracak
yer bile bulunmaz".
Osmanlı da kahvehaneler kabul görür ve hızla yayılır
yayılmasına ama Salah Birsel’in “Kahveler Kitabı”na göre, halkın kahvelere akın
etmesi imamları, müezzinleri ve ikiyüzlü sofuları çileden çıkarır. Bunların
“Halk kahvelere alıştı, mescitlere kimse gitmez oldu” demeye başlamaları
üzerine din bilginleri de “Kahveler kötülük ocağıdır, meyhaneye gitmek oraya
gitmekten iyidir” şeklinde dersler vermeye başlarlar.Bunların kopardığı patırtı
o kadar yayılır ki, Şeyhülislam Ebussuut Efendi -Kur’anda kahve ile ilgili tek
kelime olmadığı halde- kömürleşme derecesinde kavrulan her şeyi yasaklayan bir
fetva verir ve kahve çuvallarını denize döktürür.
Ama padişah onaylamadığı için fetva, halk üzerinde pek de
etkili olmaz. Halk yine kahvelere gizli gizli gitmeye devam eder. Fakat
bazılarının, kahvelerin “fesat yatağı” olduğunu söylemeye devam etmesi üzerine
II. Murat kahveler kapatılır ve kahve içmek yasaklanır.
III. Sultan Murat çağından sonra kimse yasak dinlemez olur.
Hal böyle olunca din bilginleri arasında yeni tartışmalar başlar. Bazı din
bilginleri kahve tanelerinin kömürleşmeden kavrulabileceğini öne sürer.
Şeyhülislam Bostanzade Memet Efendi’nin (1539-1605) yeni fetvası üzerine III.
Murat kahve yasağını kaldırır.
Her ne kadar I. Ahmed Dönemi’nde ve 1633 yılındaki büyük
İstanbul yangınına neden oldukları gerekçesiyle IV. Murat zamanında tekrar
yasaklansa da kahvehaneler Burçak Evren’in “Eski İstanbul'da Kahvehaneler” adlı
kitabına göre, 16. yüzyıldan itibaren yaygınlaşarak gündelik yaşama sosyo -
kültürel açıdan büyük katkıları bulunan mekanlar haline geldi.
Ekrem Işın’ın demesine göre ise Batı dünyasında özellikle
Katolik Dünyası’nda kahve Papa tarafından Müslüman içeceği olduğu için
yasaklanır.
Kahvehane Mimarisi..Burçak
Evren, “Eski İstanbul’da Kahvehaneler” adlı kitabında, klasik bir kahvehaneyi
şöyle betimler:”Kahvehaneler başlangıçta Naima'ya göre ‘Mecma-i zürefa’ yani
güzel konuşmaların toplantı yeri Nihad Sami Banarlı’ya göre ise ‘akademik
muhit’ görevini üstlenmişti. Kahvenin mimarisi de bu sohbeti etme olgusunun
pratikliği ve işlevselliği üzerine kuruluydu. Çoğu yanmış, yıkılmış ya da
benzer nedenlerden ötürü yok olduğu için ilk kahvehanelerin mimarisi hakkında
kesin bilgiler günümüze kadar gelmemiştir. Ancak, Melling, Allom ve Walsh’ın
19. yüzyılda yaptıkları gravürlerde bu döneme ait kahvehanelerin aslına yakın
mimarisini izlemek mümkün olmaktadır. Klasik planlı bir kahvenin önce orta
meydanı olarak da isimlendirilen kare planlı bir avludan girilirdi. Çoğunlukla
bu mekanın üç ya da dört tarafı bir metreye yakın oturma yerleriyle
çevrilmişti. Kimi zaman ise ayakkabıların çıkarılacağı bir kunduralık bölümünü
de içerirdi. Esas ana mekan bu giriş mekanından 20-30 cm. yükseklikte bir
tabana sahipti. Bu mekan da kimi zaman çepeçevre 30 cm yüksekliğinde oturma
yerlerinle çevriliydi ve ortasında tüm mekana hakim olan bir şadırvan ve ya ona
benzer havuz içeriyordu. Ocağın bulunduğu köşenin karşısında ise merdivenle
çıkılan etrafı parmaklıkla çevrilmiş 20-25 kişinin sığabileceği kerevetli baş
sedir bulunuyordu. Buna sedirlik adı da veriliyordu. Buraya kahvenin
müdavimlerinden çok, nüfuzlu kişiler oturuyordu. Tiryakilerin yeri ise baş
sedirin yakınında önünde post ve ayrıca bir saat bulunan yerde idi. Kahvenin en
hakim yerinde alçıdan yapılmış, yaşmaklı ocak bulunurdu. Ocağın her iki
tarafında da içinde fincanların, zarfların ve diğer kahve takımlarının yer
aldığı üç-dört gözlü raflar yer alırdı. Bunlara da delik denirdi. Bu rafların
biraz uzağında sıra sıra çubukların saklandığı dolaplar ve ayrıca tütün
ocakları da bulunurdu. Kahvenin bu konumu köy odaları ya da birlikte eğlenme,
sohbet etme mekanlarıyla da büyük benzerlikler taşımaktaydı.”
Kahvehaheler;
alışkanlık mekanları..
Eski İstanbul’un çeşit çeşit kahvehaneleri – mahalle
kahvehaneleri, semai kahvehaneleri, esrarkeş kahvehaneleri, yeniçeri
kahvehaneleri, vb. – üç aşağı beş yukarı benzer mimari özellikler taşısa da,
ufak tefek farklılıklar da gösterirlerdi. Yeniçeri kahveleri daha gösterişli
iken, yaşlıların devam ettiği mahalle kahvehaneleri daha sade; bakımsız
esrarkeş kahvehaneleri gecelemeye müsait iken, semai (çalgılı) kahvehanelerde
oturma düzeni gösteriye yönelik idi.
Elbette alışkanlık mekanlarıydı kahveler. Her dönemde
kahvelerin gelip geçerken uğrayan müşterileri olsa da, müdavimleri asıldı.
Müdavimler, ayak alıştırdıkları kahvenin mekansal atmosferine ısınırlar,
değişikliklerden çoğunlukla rahatsız olurlardı. Günümüzde de, gediklilerini
oluşturamayan ‘café’lerin ilk iş tasarımlarını yenilemeye kalkışmaları bundan
olsa gerek. Canımızın çabuk sıkıldığı 21. yüzyılda müdavimler artık, eskiden
olduğu kadar kesin profiller oluşturmasa da, yine de kahveler, masasından
fincanına, duvarda asılı duran tablosuna kadar birçok ipucu taşır.
Önce doğu-batı, sonra
batı-doğu..Vaktiyle özellikle ramazan ayında çalgılarla eğlenilen semai
kahvelerinin gediklilerini Salah Birsel şöyle betimler:
“Her sınıf halk gelir bu kahvelere (…) ama has müşterileri
tulumbacı, arabacı, sandalcı gibi esnaftır. Dahası, bunların da uçarı, çapkın,
kabadayı takımıdır. Bu ele avuca sığmaz müşteriler ceket omuzda, fes
yampirileşmiş olarak gelirler. Bellerindeki kuşaklarında bıçakları olur. Bıçak
sapının iyice görünmesine pek önem verirler. Bu cakalı ve saldırgan angutlar,
doğrusunda, kuru gürültüden başka bir şey değildir. Bunlar çıkardıkları
çıngarda herkese rezil olurlar”.
Kahve ve kahvehanelerin doğudan batıya doğru başlayan
yolculuğu, 19. yüzyıldan itibaren tersine döner. Özellikle Beyoğlu’nda farklı
şıklıkta kahveler açılmaya başlar. Enis Batur, bu lüks kahvelerden Luxemburg’u
Ebüzziya Tevfik’ten aktarır: “Hele Lüksemburg, şimdiki Kanzuk eczahanesinin
bulunduğu yerde, eni ve boyu gayet geniş, duvarları kamilen aynalarla donanmış,
peykeleri kadife kapalı, tavanı yaldızlı nakışlarla süslü mükellef bir yerdi.”
Şimdilerin kahve içilen mekanları, elbette hem klasik bir
Osmanlı kahvesinden, hem de birbirlerinden farklılar. Yine de çok şey
değişmemiş çünkü kahveler hala buluşma, vakit öldürme mekanları; Bu sıcak
içeceğin kokusuna, tadına bağımlı olunmasa da gidilen mekanlar...
Ama eski İstanbul sokaklarında, sırtındaki bir sopanın iki
ucuna astığı ocağı ve takımlarıyla dolaşan seyyar kahveciden bir fincan kahve
alıp, oracıkta bir taşın üstüne oturarak yudumlamak ise, herhalde tiryakilikti.
Osmanlı'da Bir
Devrim; Kahvehaneler…Kahvenin Osmanlı’ya ticari anlamda girişinin, Mısır’ın
fethinden sonra olduğunu belirten İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Osmanlı ve
Cumhuriyet Araştırmaları Bölüm Yöneticisi Ekrem Işın, kahvehanelerin Osmanlı’da
hızla yayılmasını da Osmanlı’nın yaşam tarzına bağlıyor.
En başından, kahveden başlayacak olursak... Kahve Orta Çağ’da bilinen bir madde, fakat
yiyecek olarak biliniyor, içecek olarak değil. Kahvenin ana vatanında;
Etiyopya’nın güneyinde yani Habeşistan’daki yüksek yaylalarda yaşayan yerli
halk, un haline getirdikleri kahve çekirdeğinden yaptıkları ekmekleri yiyorlar.
Orta çağın sonlarında, Geç Rönesans Dönemi’nde, Habeşistan’dan Yemen’e giden
gezginci dervişler yanlarında kahve de götürüyorlar. Kahve, bundan sonra oranın
iklim şartlarına uyum sağlıyor ve orada yaygınlaşıyor.
Kahvenin içecek
haline getirilmesi ise Yemen’de oluyor. Kahveyi kim ilk içecek haline getirmiş
sorusunun ise tarihte pek çok cevabı var. Hz Süleyman, İbni Sina ve Şeyh Şazeli
bunlardan bir kaçı. Fakat Şeyh Şazeli inanışı o kadar yaygın ki; Osmanlı
folklorunda kahvecilerin piri Şeyh Şazeli olarak geçiyor.
Neden en yaygın inanış, kahveyi Şeyh Şazeli’nin bulduğu
inanışı?Şeyh Şazeli’nin pir olması boşuna değil tabi. Dervişler, haftanın belli
günleri toplanıp sabahlara kadar zikir yaparlar. Bu süre boyunca da zihnin açık
olması gerekir. Kahve de içerdiği kafein nedeniyle zihni uyarır. Bu yüzden
tarikatlar, dervişlerin zihnini açık tutmak için kahveden yararlanırlar. 1925
yılına yani; tekkelerin kapatılmasına kadar, buralarda kahve servisleri
yapılırdı.
Peki, kahve nasıl oluyor da pek çok insanı etrafında
toplayarak bir mekana evriliyor? Kahvehaneler nasıl çıkıyor ortaya?Toplumun
büyük kesimi otururken geleneksel toplumda çok gezen üç tane zümre var. Bunlar
tüccarlar, dervişler ve askerler. Bu üç unsur kültürel sirkülasyonu sağlar.
Kahvenin yaygınlaşmasında dervişler birinci unsuru teşkil ediyorlar örneğin.
Sonra tüccarlar geliyor.Kahve, tüccarlar tarafından İstanbul’a, Edirne’ye,
Bursa’ya getiriliyordu önceleri. Fakat o zamanlarda kahve sadece toplumun üst
tabakası tarafından tüketiliyordu. Osmanlılar, 1517’de Mısır’ı alınca kahvenin
merkezine de ulaşmış oldular bir anlamda. Bu tarihten sonra kahve ticareti
arttı. Dolayısıyla kahve daha tanınan bir madde haline geldi. Kahve içme
alışkanlığı da alt tabakaya inince, köşkün yerini kahvehaneler aldı. Demek ki;
ilk kahvehanelerin açılması da kahve içme alışkanlığının orta ve alt tabakalara
indiğinin bir göstergesi.
1554 - 1555
yıllarında, Kanuni Dönemi’nde yani, ilk kahvehane Tahtakale’de Hakem ve Şems
adlı iki kişi tarafından açılıyor. Tahtakale o zamanlar İstanbul’un
kozmopolit diyebileceğimiz bir liman kesimi. Yani, Arapların, Afganların,
Acemlerin, Şark tüccarlarının çok olduğu, dışarıda gelen insanların yoğun
olduğu bir yer. İlk kahvehanenin burada açılması tesadüf değil yani. Kahve
giderek Suriçi, Beyazıd, Aksaray, Kapalı Çarşı gibi ticaret bölgelerine ve
oradan da sivil yerleşimlerin olduğu Müslüman ve azınlık mahallelerine doğru
yayılıyor.
Kaynaklarda ilk kahvehanenin Mekke’de bir caminin yanında
ortaya çıktığından ve burada ibadet için bekleyen halkın kahve içtiğinden
bahsediliyor? İlk zamanlarda kahvehanenin caminin yan unsuru olduğu doğru. Ama
orada da; bunların kahvehane değil, kıraathane olduğunu dair bir yorum
getirilir. Osman Nuri Ergin’in tezine göre, o mekanlara daha çok okur yazar
insanlar okumak için gidiyorlar. Zamanla okur yazar insanların elini ayağını
buralardan çekmesiyle, bu mekanlara da ayak takımı doluyor ve kıraathaneler
kahvehanelere dönüşüyor.
Ama kesin bir şey söylemek mümkün değil. Bunlar sadece birer
tez.
Kahvehaneler neden Osmanlı’da hızlı bir genişleme gösteriyor?
Bu Osmanlı’nın yaşam tarzıyla ilgili. Osmanlı’da erkeklerin
hayatlarında üç mekan var. Bunlardan biri dini mekan; cami, diğeri konut ve bir
diğeri ise geçiminin sağlandığı üretime yönelik ticari mekan. Yani bir insan
evinde ailesiyle birlikte yaşıyor, işine gidiyor para kazanıyor ve oradan da
ibadet etmeye gidiyor.Kahvehaneler açıladığında ise dördüncü bir mekanla
karşılaşıyoruz. Bu yeni mekan devrim niteliği taşıyor aslında. Peki, insanlar
bu dördüncü mekana niçin giderler? Çünkü insanlar sosyal ilişki kurmak
isterler. İşte, hayatın bu üç mekanın dışında gelişmesinin yolunu açan ilk
mekan kahvehanelerdir.
Kahvehaneler topluma büyük bir dönüşüm getirmişler. Bu
mekanlarda insanlar konuşur, tartışır, problemlere çözüm bulur, uzak
diyarlardan gelen haberleri alır olmuşlardır. Yani, karmaşık bir kültürel doku,
kahvehane toplantılarında kahve içeceğinin etrafında ortaya çıkar.
İnsanlar kahveyi bahane ediyorlar yani?
Evet, insanlar kahve bahanesiyle sohbet etmeye gidiyorlar.
Asıl orda önemli olan mekanın kendisi. Çünkü geleneksel toplumlarda kültür ve
bilgi sohbetle üretilir. Bu kültürün üretimine de bir mekan lazım. Dolayısıyla
kahvehaneler de bunun için uygun yerler oluyor.
Zaman içinde kahveler nasıl çeşitlilik göstermeye başlıyor?
Osmanlı toplumu çok katmanlı bir toplum. Esnafın, ulemanın,
azınlıkların yeniçerilerin gelenekleri ayrı. Dolayısıyla da süreç içinde de her
zümrenin devam ettiği farklı kahvehane türleri doğuyor.
Örneğin yeniçeriliğin artık çöküşe yüz tuttuğu ve kışla
dışına taştığı dönemde Yeniçeri kahvelerinde siyaset yapılıyor. Bunlaarın da
kendi içinde dönüşümleri olmuş. Yeniçeri kahveleri yasaklandıktan sonra, o
mirası mahalle raconuyla kaynaştıran kabadayıların gittiği tulumbacı kahveleri
doğmuş.
Yine yeniçeri kültüründen gelen Semai kahveleri var. Bunlar,
Abdülmecit Dönemi’nden itibaren, her zaman ayı boyunca aşıkların saz çalıp şiir
söyledikleri kahvehaneler. Bu kahveler Aksarap, Suriçi, Kapalı Çarşı civarında
kurulurlar. Ama o dönemde bir de modern Beyoğlu hayatı var. Beyoğlu’ndaki yerlerde
alafranga müzikler çalınıyor, dans ediliyor. Semai kahvelerindeki ozanlar ise,
Beyoğlu hayatını eleştirmek için alafranga şarkıları alaturka çalgılarla
dejenere ederek çalıyorlar. Yani semai kahvelerinde eleştirel programlı bir
melez müzik var.
Esnaf kahveleri var ve bunlar iş yeri gibi kullanılıyor.
Örneğin badana yapacak ustayı siz o kahveden buluyorsunuz.
Kahvehaneler erkek nüfusun yaşayışını anlayabilmek için bir
gözlem alanı aslında. Kadınların mekanları ise hamamlar. Hamam kadınların
buluşma, kız alıp-verme, görücüye çıkma, setme yeri.
Kahvehane ve hamam örneklerinde yola çıkarak Osmanlı
kurumlarının genellikle, kendi temel amaçlarının dışında faaliyet gösterdiği
sonucuna varıyoruz.
Peki, neden kahve içeceği etrafında toplanıyor halk?Kahve
bizim temel içeceğimiz çünkü. O dönemde meyhaneler var ama içki yasak. Bir de
meyhaneler mahalle ölçeğinde hoş karşılanmayan yerler. Çay daha çok yeni. Bize daha 18. yy.da gelmiş. Büyük patlamasını da
Cumhuriyet Devri’nde yapmış ve kahveyi unutturmuş.
Günümüzde, özellikle büyük şehirlerde, kahvehaneler
yerlerini daha çok Batı kökenli olan kafelere bıraktılar...
Evet, ama o eski kahvehane kültürleri büyük şehirlerde öldü
artık.
Yıllar yılı kahve falına bakıp geleceği görenler, hiç “kahve
ve kahvehaneler niyetine” fal bakmamışlar mı, bakmışlar da bunların uğrayacağı
değişimi görememişler mi yoksa görmüşler de söylememişler mi bilinmez. Bilinmez
ya, aslında bu değişimi görmek için kahve falına da bakmak gerekmez... Ama ille
kahve falından görmek icap ederse, gün gelir biliciler fincanlardan hiçbir şey
okuyamaz olurlar... Bu da kendilerinin de içinde bulunduğu kocaman bir kültürün
yok olmaya yüz tutması anlamına gelir...
“’Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ diyen
alçakgönüllü kültürümüz, “Ne kadar çok para o kadar çok hizmet” diyen
kapitalizmin fındık aromalı, latteli saldırıları karşısında daha ne kadar
ayakta kalabilecek?” sorusunun yanıtı çok derinlerde değil. Kahvelerimize
ekstra para vererek eklettiğimiz her aromanın, kahvelerimizi tatlandırdığı (!)
kadar kültürümüzü tatlandırmadığı aşikar. Hızlı bir biçimde yapıldığı için şu
koşuşturmacadan ibaret olan yaşamımızda cezbedici bir unsur olarak karşımıza
çıkan ‘şipşak kahveler’, aslında hiç de masum değiller! ‘Geleneksel tatlar’ adı
altında keyifle yudumladığımız bu içecekler, yok edilen kültürümüzün
küllerinden yeni kazançlar elde etmenin tatlı bir çeşidi sadece...
Tahta iskemlede yada sedirde içilen acı bir kahveyi, rahat
görünen koltuklara tercih edenlerin sayısı maalesef bu kadar azalmışken,
bırakalım eski kahve mimarisini, kendine özgü hiçbir niteliği olmayan bu
mekanların dolup taşması kültürümüz açısından tehlike çanlarından başka nedir
ki? Doğu’nun misafirperverliğini kullanmaya çalışıp beceremeyen,
misafirperverlikleri “hoşgeldiniz”den öte gidemeyen bu tarz kafelerin
yaşamımıza bu denli yerleşmesini, uluslararası tekellerin yaşam biçimlerini
bize dayatmalarının sadece küçük (kim bilir belki de büyük) bir aracı olarak
açıklamaktan başka seçenek var mı?