13 Ocak 2009 Salı

kahveciler Piri Hz. Ebul Hasan-i Şazeli





kahveciler Piri Hz. Ebul Hasan-i Şazeli

kahveciler piri hz. ebul hasan-i sazeli'nin ruhaniyetine adanmis, 1960'lere kadar anadolu'nun cesitli yerlerinde kahvehanelerin duvarlarini süslemis bereket duasi. "kahve, kahvehaneler" adli yazisinda duaya yer veren malik aksel, duanin altinda cok defa ne amacla konuldugu anlasilmayan, büyük, ici okunur okunmaz dualarla süslü ve yeniceri palasini andiran bir zülfikarin bulundugunu belirtir.

her seherde besmeleyle acilir dükkanimiz
hazret-i seyh sazeli'dir pirimiz, üstadimiz

bu kahve öyle bir kahvedir ki her usulü ba-safa
icinde sakin olanlar cekmesin asla cefa

bir gelen bir dahi gelsin demesinler bi-vefa
sahibine kil sefaat ya muhammed mustafa
ilahi sen saadetle müserref kil bu dükkani
letafetle aziz eyle gelen ahbab-i ihvani

benim iki cihan icre muradim ol huda'dir
ümidim ruz-i mahserde muhammed mustafa'dadir
Kaynak: EkşiSozluk



Kahve ve Derviş
Kahve, Yemenli bir derviş tarafından bulunur Katip Çelebi’ye göre. Hatta kahvenin, şeyhlerin ve sufilerin arasında kısa zamanda yaygınlaşmasının nedenini de “şehvet kesici özelliği” olarak açıklar Katip Çelebi.
Tarihçi Ahmet Efendi ise kahvenin dervişler tarafından bulunduğu konusunda hemfikirdir Katip Çelebi’yle. O, sadece daha detaylı anlatır kahvenin keşfini. Ahmet Efendi’nin demesine göre 1258 yılında Arabistan’da Şazeli dergahından bir derviş bulur kahveyi.
Dergahından kovulan bu derviş, Kuh-ı Esvab’a sürülür. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu yerde bitkin bir halde dolaşır durur. Açtır, susuzdur. Yemek için de çok alternatifi yoktur aslında.
Çünkü, bölge çekirdekli bir bitki tarafından boydan boya kaplanmıştır. Yediği bu küçük meyveler önce biraz ağzını bursa da, meyvelerin tadını beğenir derviş. Üç gün boyunca sadece bu meyveleri yer.
Her derde deva; kahve!

Bu arada dervişin, kovulmasından rahatsız olan bir grup başka derviş, bizim dervişi aramaya çıkar. Günler sonra bizimkini bulmasına bulurlar ama, bizim derviş pislikten uyuza yakalanmıştır. Çölün ortasında yapacak bir şey olmadığından mı yoksa, gerçekten bu çekirdeklerin suyunun hastalıklara iyi geleceğini düşündüklerinden mi bilinmez, çekirdekleri yanlarındaki suyla kaynatıp içirirler bizim dervişe. Kokusu enfes olan bu sıvıyı kendileri de içmemezlik etmezler tabi. Çölde kahve içerek geçen sekiz günün sonunda bizim dervişin kaşıntısı tamamen geçer. Şifa niyetine içtiği bu sıvı dervişi iyileştirir; öyle düşünürler.
Onlar Yemen’e varmadan önce “şifalı sıvı”nın kerameti varır. Şifalı suyun tarifi kulaktan kulağa yayılır. Herkes, bu mucizevi bitkinin çekirdeklerini toplayıp, hastalara içirmeye başlar. Böylece kahve, şifalı bir içecek olarak yaygınlaşır.

Bilinen en eski hikayeKahve ile ilgili en eski hikaye ise 17. yüzyılda Sorborne’de İlahiyat Profesörü olan Antonius Nairone tarafından derlenen, 850 yılında Yemen’de yaşamış Kaldi isimli bir keçi çobanına ait….Kaldi’nin keçileri bir gece aniden koşup oynamaya başlarlar. Gözleri kıpkırmızı olmuştur. Kaldi, bir türlü keçileri neyin bu hale getirdiğini çözemez. Akıl almak için tekkesine gidip, durumu dervişlere anlatır. Dervişler keçileri takip etmek gerektiğini söylerler. Keçilerin koruluğun birinin içinde boyları 1,8 metre ile 3,5 metre arasında çalılara benzeyen bitkileri yediklerini görürler.
Bitkilerin ne olduğunu anlamak için biraz yanlarına alıp tekkeye geri dönerler. Devişler , tekkede çiçeği incelerken içindeki sert çekirdekleri meyveleri fark ederler.Derken, nasıl oldu bilinmez, dervişlerden biri bu çekirdeklerin üzerine kaynamış su döker. Bu sıvıyı içenler kendilerini büyülenmiş gibi hissederler. Her tarafları uyuşmaya başlar önce. Terlerler. Ama bir süre sonra dinçleşirler. Keyifleri yerine gelir. Kendilerini iyi hissederler.
Dervişler bundan sonra sabah namazına kalktıklarında uykularını açmak için bu tohumların suyunu içmeye başlarlar. Bu sıvıya da “uyandıran”, “dinçleştiren” anlamında “kahveh” derler.


Kahvehanelerin doğuşu …Kahve çok sevilir, muhabbetlere eşlik etmekte de gecikmez. Hem kahve istenir, hem de iki çift kelam. Bunların yanında yazın güneşten koruyacak, kışın ısıtacak ufacık bir mekan...
İlk kahvehanenin 1511 yılında Mekke'de, kamusal alan olan bir caminin yanında ortaya çıktığını söyler, "Doğu'da Kahveler ve Kahvehaneler" adlı kitabında Helene Desmet Gregorie. Ekrem Işın da Gregorie 'yi destekler kahvelerin, camilerin yan unsuru olduğu konusunda. Ama Işın, Osman Nuri Ergin'in tezine dayanarak ilk kez caminin yanında açılan ve kahve içilen mekanın kahvehane değil, kıraathane olduğunu vurgular. İstanbul'da ilk kahvehane Tatakale'de Ayşe Saraçgil "Kahve'nin İstanbul'a Girişi" başlıklı kitabında, İstanbul'da ilk kahvehanelerin 1555 yılında, muhtemelen, Sultan'ın onayıyla açıldığını belirtir. Kahvenin geniş bir tabanda rağbet görmesi ve kahvehanelerin toplumsal kurum olarak yaygınlaşması İstanbul'a gelmesiyle gerçekleşir. Salah Birsel "Kahveler Kitabı"nda, 1574-1650 yılları arasında yaşamış olan Türk Tarihçisi Peçevi'nin İstanbul'da açılan ilk kahvehane hakkında yazdıklarını şöyle aktarır: "Peçevi, o yıl (1555) İstanbul'a Halep'ten Hakim adında bir herif, Şam'dan da Şems adında bir zarif geldiğini yazar. Bunlar Tahtakale'de bir büyük dükkan açıp 'kahvefüruşluk'a başlamışlar. Keyiflerine düşkün kimi 'yaranı safa' özellikle 'okur-yazar makulesi'nden nice zarifler buralarda toplanır. Kimi kitap okur, kimi tavla oynar, kimi satranca gömülür. Kimilerinin getirdiği 'nevgüfte' gazeller ise sanat üzerine konuşmalara yol açar. Dostları bir araya getirmek için 'nice akçeler ve pullar' sarfedip şölen yapanlar artık burda bir-iki akçe kahve parası vermekle bir araya gelir oldular. Kadılar, müderrisler, bekarlar, işten atılmış memurlar, kısacası devlet büyükleri dışında herkes "Böyle eğlenecek ve gönül dinlenecek yer olmaz" deyip kapağı buraya atarlar. Öyle ki; kimi zaman kahvehanelerde oturacak ve duracak yer bile bulunmaz".
Osmanlı da kahvehaneler kabul görür ve hızla yayılır yayılmasına ama Salah Birsel’in “Kahveler Kitabı”na göre, halkın kahvelere akın etmesi imamları, müezzinleri ve ikiyüzlü sofuları çileden çıkarır. Bunların “Halk kahvelere alıştı, mescitlere kimse gitmez oldu” demeye başlamaları üzerine din bilginleri de “Kahveler kötülük ocağıdır, meyhaneye gitmek oraya gitmekten iyidir” şeklinde dersler vermeye başlarlar.Bunların kopardığı patırtı o kadar yayılır ki, Şeyhülislam Ebussuut Efendi -Kur’anda kahve ile ilgili tek kelime olmadığı halde- kömürleşme derecesinde kavrulan her şeyi yasaklayan bir fetva verir ve kahve çuvallarını denize döktürür.
Ama padişah onaylamadığı için fetva, halk üzerinde pek de etkili olmaz. Halk yine kahvelere gizli gizli gitmeye devam eder. Fakat bazılarının, kahvelerin “fesat yatağı” olduğunu söylemeye devam etmesi üzerine II. Murat kahveler kapatılır ve kahve içmek yasaklanır.
III. Sultan Murat çağından sonra kimse yasak dinlemez olur. Hal böyle olunca din bilginleri arasında yeni tartışmalar başlar. Bazı din bilginleri kahve tanelerinin kömürleşmeden kavrulabileceğini öne sürer. Şeyhülislam Bostanzade Memet Efendi’nin (1539-1605) yeni fetvası üzerine III. Murat kahve yasağını kaldırır.
Her ne kadar I. Ahmed Dönemi’nde ve 1633 yılındaki büyük İstanbul yangınına neden oldukları gerekçesiyle IV. Murat zamanında tekrar yasaklansa da kahvehaneler Burçak Evren’in “Eski İstanbul'da Kahvehaneler” adlı kitabına göre, 16. yüzyıldan itibaren yaygınlaşarak gündelik yaşama sosyo - kültürel açıdan büyük katkıları bulunan mekanlar haline geldi.
Ekrem Işın’ın demesine göre ise Batı dünyasında özellikle Katolik Dünyası’nda kahve Papa tarafından Müslüman içeceği olduğu için yasaklanır.

Kahvehane Mimarisi..Burçak Evren, “Eski İstanbul’da Kahvehaneler” adlı kitabında, klasik bir kahvehaneyi şöyle betimler:”Kahvehaneler başlangıçta Naima'ya göre ‘Mecma-i zürefa’ yani güzel konuşmaların toplantı yeri Nihad Sami Banarlı’ya göre ise ‘akademik muhit’ görevini üstlenmişti. Kahvenin mimarisi de bu sohbeti etme olgusunun pratikliği ve işlevselliği üzerine kuruluydu. Çoğu yanmış, yıkılmış ya da benzer nedenlerden ötürü yok olduğu için ilk kahvehanelerin mimarisi hakkında kesin bilgiler günümüze kadar gelmemiştir. Ancak, Melling, Allom ve Walsh’ın 19. yüzyılda yaptıkları gravürlerde bu döneme ait kahvehanelerin aslına yakın mimarisini izlemek mümkün olmaktadır. Klasik planlı bir kahvenin önce orta meydanı olarak da isimlendirilen kare planlı bir avludan girilirdi. Çoğunlukla bu mekanın üç ya da dört tarafı bir metreye yakın oturma yerleriyle çevrilmişti. Kimi zaman ise ayakkabıların çıkarılacağı bir kunduralık bölümünü de içerirdi. Esas ana mekan bu giriş mekanından 20-30 cm. yükseklikte bir tabana sahipti. Bu mekan da kimi zaman çepeçevre 30 cm yüksekliğinde oturma yerlerinle çevriliydi ve ortasında tüm mekana hakim olan bir şadırvan ve ya ona benzer havuz içeriyordu. Ocağın bulunduğu köşenin karşısında ise merdivenle çıkılan etrafı parmaklıkla çevrilmiş 20-25 kişinin sığabileceği kerevetli baş sedir bulunuyordu. Buna sedirlik adı da veriliyordu. Buraya kahvenin müdavimlerinden çok, nüfuzlu kişiler oturuyordu. Tiryakilerin yeri ise baş sedirin yakınında önünde post ve ayrıca bir saat bulunan yerde idi. Kahvenin en hakim yerinde alçıdan yapılmış, yaşmaklı ocak bulunurdu. Ocağın her iki tarafında da içinde fincanların, zarfların ve diğer kahve takımlarının yer aldığı üç-dört gözlü raflar yer alırdı. Bunlara da delik denirdi. Bu rafların biraz uzağında sıra sıra çubukların saklandığı dolaplar ve ayrıca tütün ocakları da bulunurdu. Kahvenin bu konumu köy odaları ya da birlikte eğlenme, sohbet etme mekanlarıyla da büyük benzerlikler taşımaktaydı.”

Kahvehaheler; alışkanlık mekanları..
Eski İstanbul’un çeşit çeşit kahvehaneleri – mahalle kahvehaneleri, semai kahvehaneleri, esrarkeş kahvehaneleri, yeniçeri kahvehaneleri, vb. – üç aşağı beş yukarı benzer mimari özellikler taşısa da, ufak tefek farklılıklar da gösterirlerdi. Yeniçeri kahveleri daha gösterişli iken, yaşlıların devam ettiği mahalle kahvehaneleri daha sade; bakımsız esrarkeş kahvehaneleri gecelemeye müsait iken, semai (çalgılı) kahvehanelerde oturma düzeni gösteriye yönelik idi.
Elbette alışkanlık mekanlarıydı kahveler. Her dönemde kahvelerin gelip geçerken uğrayan müşterileri olsa da, müdavimleri asıldı. Müdavimler, ayak alıştırdıkları kahvenin mekansal atmosferine ısınırlar, değişikliklerden çoğunlukla rahatsız olurlardı. Günümüzde de, gediklilerini oluşturamayan ‘café’lerin ilk iş tasarımlarını yenilemeye kalkışmaları bundan olsa gerek. Canımızın çabuk sıkıldığı 21. yüzyılda müdavimler artık, eskiden olduğu kadar kesin profiller oluşturmasa da, yine de kahveler, masasından fincanına, duvarda asılı duran tablosuna kadar birçok ipucu taşır.

Önce doğu-batı, sonra batı-doğu..Vaktiyle özellikle ramazan ayında çalgılarla eğlenilen semai kahvelerinin gediklilerini Salah Birsel şöyle betimler:
“Her sınıf halk gelir bu kahvelere (…) ama has müşterileri tulumbacı, arabacı, sandalcı gibi esnaftır. Dahası, bunların da uçarı, çapkın, kabadayı takımıdır. Bu ele avuca sığmaz müşteriler ceket omuzda, fes yampirileşmiş olarak gelirler. Bellerindeki kuşaklarında bıçakları olur. Bıçak sapının iyice görünmesine pek önem verirler. Bu cakalı ve saldırgan angutlar, doğrusunda, kuru gürültüden başka bir şey değildir. Bunlar çıkardıkları çıngarda herkese rezil olurlar”.
Kahve ve kahvehanelerin doğudan batıya doğru başlayan yolculuğu, 19. yüzyıldan itibaren tersine döner. Özellikle Beyoğlu’nda farklı şıklıkta kahveler açılmaya başlar. Enis Batur, bu lüks kahvelerden Luxemburg’u Ebüzziya Tevfik’ten aktarır: “Hele Lüksemburg, şimdiki Kanzuk eczahanesinin bulunduğu yerde, eni ve boyu gayet geniş, duvarları kamilen aynalarla donanmış, peykeleri kadife kapalı, tavanı yaldızlı nakışlarla süslü mükellef bir yerdi.”
Şimdilerin kahve içilen mekanları, elbette hem klasik bir Osmanlı kahvesinden, hem de birbirlerinden farklılar. Yine de çok şey değişmemiş çünkü kahveler hala buluşma, vakit öldürme mekanları; Bu sıcak içeceğin kokusuna, tadına bağımlı olunmasa da gidilen mekanlar...
Ama eski İstanbul sokaklarında, sırtındaki bir sopanın iki ucuna astığı ocağı ve takımlarıyla dolaşan seyyar kahveciden bir fincan kahve alıp, oracıkta bir taşın üstüne oturarak yudumlamak ise, herhalde tiryakilikti.
Osmanlı'da Bir Devrim; Kahvehaneler…Kahvenin Osmanlı’ya ticari anlamda girişinin, Mısır’ın fethinden sonra olduğunu belirten İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Osmanlı ve Cumhuriyet Araştırmaları Bölüm Yöneticisi Ekrem Işın, kahvehanelerin Osmanlı’da hızla yayılmasını da Osmanlı’nın yaşam tarzına bağlıyor.

En başından, kahveden başlayacak olursak... Kahve Orta Çağ’da bilinen bir madde, fakat yiyecek olarak biliniyor, içecek olarak değil. Kahvenin ana vatanında; Etiyopya’nın güneyinde yani Habeşistan’daki yüksek yaylalarda yaşayan yerli halk, un haline getirdikleri kahve çekirdeğinden yaptıkları ekmekleri yiyorlar. Orta çağın sonlarında, Geç Rönesans Dönemi’nde, Habeşistan’dan Yemen’e giden gezginci dervişler yanlarında kahve de götürüyorlar. Kahve, bundan sonra oranın iklim şartlarına uyum sağlıyor ve orada yaygınlaşıyor.

Kahvenin içecek haline getirilmesi ise Yemen’de oluyor. Kahveyi kim ilk içecek haline getirmiş sorusunun ise tarihte pek çok cevabı var. Hz Süleyman, İbni Sina ve Şeyh Şazeli bunlardan bir kaçı. Fakat Şeyh Şazeli inanışı o kadar yaygın ki; Osmanlı folklorunda kahvecilerin piri Şeyh Şazeli olarak geçiyor.
Neden en yaygın inanış, kahveyi Şeyh Şazeli’nin bulduğu inanışı?Şeyh Şazeli’nin pir olması boşuna değil tabi. Dervişler, haftanın belli günleri toplanıp sabahlara kadar zikir yaparlar. Bu süre boyunca da zihnin açık olması gerekir. Kahve de içerdiği kafein nedeniyle zihni uyarır. Bu yüzden tarikatlar, dervişlerin zihnini açık tutmak için kahveden yararlanırlar. 1925 yılına yani; tekkelerin kapatılmasına kadar, buralarda kahve servisleri yapılırdı.
Peki, kahve nasıl oluyor da pek çok insanı etrafında toplayarak bir mekana evriliyor? Kahvehaneler nasıl çıkıyor ortaya?Toplumun büyük kesimi otururken geleneksel toplumda çok gezen üç tane zümre var. Bunlar tüccarlar, dervişler ve askerler. Bu üç unsur kültürel sirkülasyonu sağlar. Kahvenin yaygınlaşmasında dervişler birinci unsuru teşkil ediyorlar örneğin. Sonra tüccarlar geliyor.Kahve, tüccarlar tarafından İstanbul’a, Edirne’ye, Bursa’ya getiriliyordu önceleri. Fakat o zamanlarda kahve sadece toplumun üst tabakası tarafından tüketiliyordu. Osmanlılar, 1517’de Mısır’ı alınca kahvenin merkezine de ulaşmış oldular bir anlamda. Bu tarihten sonra kahve ticareti arttı. Dolayısıyla kahve daha tanınan bir madde haline geldi. Kahve içme alışkanlığı da alt tabakaya inince, köşkün yerini kahvehaneler aldı. Demek ki; ilk kahvehanelerin açılması da kahve içme alışkanlığının orta ve alt tabakalara indiğinin bir göstergesi.
1554 - 1555 yıllarında, Kanuni Dönemi’nde yani, ilk kahvehane Tahtakale’de Hakem ve Şems adlı iki kişi tarafından açılıyor. Tahtakale o zamanlar İstanbul’un kozmopolit diyebileceğimiz bir liman kesimi. Yani, Arapların, Afganların, Acemlerin, Şark tüccarlarının çok olduğu, dışarıda gelen insanların yoğun olduğu bir yer. İlk kahvehanenin burada açılması tesadüf değil yani. Kahve giderek Suriçi, Beyazıd, Aksaray, Kapalı Çarşı gibi ticaret bölgelerine ve oradan da sivil yerleşimlerin olduğu Müslüman ve azınlık mahallelerine doğru yayılıyor.
Kaynaklarda ilk kahvehanenin Mekke’de bir caminin yanında ortaya çıktığından ve burada ibadet için bekleyen halkın kahve içtiğinden bahsediliyor? İlk zamanlarda kahvehanenin caminin yan unsuru olduğu doğru. Ama orada da; bunların kahvehane değil, kıraathane olduğunu dair bir yorum getirilir. Osman Nuri Ergin’in tezine göre, o mekanlara daha çok okur yazar insanlar okumak için gidiyorlar. Zamanla okur yazar insanların elini ayağını buralardan çekmesiyle, bu mekanlara da ayak takımı doluyor ve kıraathaneler kahvehanelere dönüşüyor.
Ama kesin bir şey söylemek mümkün değil. Bunlar sadece birer tez.
Kahvehaneler neden Osmanlı’da hızlı bir genişleme gösteriyor?
Bu Osmanlı’nın yaşam tarzıyla ilgili. Osmanlı’da erkeklerin hayatlarında üç mekan var. Bunlardan biri dini mekan; cami, diğeri konut ve bir diğeri ise geçiminin sağlandığı üretime yönelik ticari mekan. Yani bir insan evinde ailesiyle birlikte yaşıyor, işine gidiyor para kazanıyor ve oradan da ibadet etmeye gidiyor.Kahvehaneler açıladığında ise dördüncü bir mekanla karşılaşıyoruz. Bu yeni mekan devrim niteliği taşıyor aslında. Peki, insanlar bu dördüncü mekana niçin giderler? Çünkü insanlar sosyal ilişki kurmak isterler. İşte, hayatın bu üç mekanın dışında gelişmesinin yolunu açan ilk mekan kahvehanelerdir.
Kahvehaneler topluma büyük bir dönüşüm getirmişler. Bu mekanlarda insanlar konuşur, tartışır, problemlere çözüm bulur, uzak diyarlardan gelen haberleri alır olmuşlardır. Yani, karmaşık bir kültürel doku, kahvehane toplantılarında kahve içeceğinin etrafında ortaya çıkar.
İnsanlar kahveyi bahane ediyorlar yani?
Evet, insanlar kahve bahanesiyle sohbet etmeye gidiyorlar. Asıl orda önemli olan mekanın kendisi. Çünkü geleneksel toplumlarda kültür ve bilgi sohbetle üretilir. Bu kültürün üretimine de bir mekan lazım. Dolayısıyla kahvehaneler de bunun için uygun yerler oluyor.
Zaman içinde kahveler nasıl çeşitlilik göstermeye başlıyor?
Osmanlı toplumu çok katmanlı bir toplum. Esnafın, ulemanın, azınlıkların yeniçerilerin gelenekleri ayrı. Dolayısıyla da süreç içinde de her zümrenin devam ettiği farklı kahvehane türleri doğuyor.
Örneğin yeniçeriliğin artık çöküşe yüz tuttuğu ve kışla dışına taştığı dönemde Yeniçeri kahvelerinde siyaset yapılıyor. Bunlaarın da kendi içinde dönüşümleri olmuş. Yeniçeri kahveleri yasaklandıktan sonra, o mirası mahalle raconuyla kaynaştıran kabadayıların gittiği tulumbacı kahveleri doğmuş.
Yine yeniçeri kültüründen gelen Semai kahveleri var. Bunlar, Abdülmecit Dönemi’nden itibaren, her zaman ayı boyunca aşıkların saz çalıp şiir söyledikleri kahvehaneler. Bu kahveler Aksarap, Suriçi, Kapalı Çarşı civarında kurulurlar. Ama o dönemde bir de modern Beyoğlu hayatı var. Beyoğlu’ndaki yerlerde alafranga müzikler çalınıyor, dans ediliyor. Semai kahvelerindeki ozanlar ise, Beyoğlu hayatını eleştirmek için alafranga şarkıları alaturka çalgılarla dejenere ederek çalıyorlar. Yani semai kahvelerinde eleştirel programlı bir melez müzik var.
Esnaf kahveleri var ve bunlar iş yeri gibi kullanılıyor. Örneğin badana yapacak ustayı siz o kahveden buluyorsunuz.
Kahvehaneler erkek nüfusun yaşayışını anlayabilmek için bir gözlem alanı aslında. Kadınların mekanları ise hamamlar. Hamam kadınların buluşma, kız alıp-verme, görücüye çıkma, setme yeri.
Kahvehane ve hamam örneklerinde yola çıkarak Osmanlı kurumlarının genellikle, kendi temel amaçlarının dışında faaliyet gösterdiği sonucuna varıyoruz.
Peki, neden kahve içeceği etrafında toplanıyor halk?Kahve bizim temel içeceğimiz çünkü. O dönemde meyhaneler var ama içki yasak. Bir de meyhaneler mahalle ölçeğinde hoş karşılanmayan yerler. Çay daha çok yeni. Bize daha 18. yy.da gelmiş. Büyük patlamasını da Cumhuriyet Devri’nde yapmış ve kahveyi unutturmuş.
Günümüzde, özellikle büyük şehirlerde, kahvehaneler yerlerini daha çok Batı kökenli olan kafelere bıraktılar...
Evet, ama o eski kahvehane kültürleri büyük şehirlerde öldü artık.
Yıllar yılı kahve falına bakıp geleceği görenler, hiç “kahve ve kahvehaneler niyetine” fal bakmamışlar mı, bakmışlar da bunların uğrayacağı değişimi görememişler mi yoksa görmüşler de söylememişler mi bilinmez. Bilinmez ya, aslında bu değişimi görmek için kahve falına da bakmak gerekmez... Ama ille kahve falından görmek icap ederse, gün gelir biliciler fincanlardan hiçbir şey okuyamaz olurlar... Bu da kendilerinin de içinde bulunduğu kocaman bir kültürün yok olmaya yüz tutması anlamına gelir...
“’Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ diyen alçakgönüllü kültürümüz, “Ne kadar çok para o kadar çok hizmet” diyen kapitalizmin fındık aromalı, latteli saldırıları karşısında daha ne kadar ayakta kalabilecek?” sorusunun yanıtı çok derinlerde değil. Kahvelerimize ekstra para vererek eklettiğimiz her aromanın, kahvelerimizi tatlandırdığı (!) kadar kültürümüzü tatlandırmadığı aşikar. Hızlı bir biçimde yapıldığı için şu koşuşturmacadan ibaret olan yaşamımızda cezbedici bir unsur olarak karşımıza çıkan ‘şipşak kahveler’, aslında hiç de masum değiller! ‘Geleneksel tatlar’ adı altında keyifle yudumladığımız bu içecekler, yok edilen kültürümüzün küllerinden yeni kazançlar elde etmenin tatlı bir çeşidi sadece...
Tahta iskemlede yada sedirde içilen acı bir kahveyi, rahat görünen koltuklara tercih edenlerin sayısı maalesef bu kadar azalmışken, bırakalım eski kahve mimarisini, kendine özgü hiçbir niteliği olmayan bu mekanların dolup taşması kültürümüz açısından tehlike çanlarından başka nedir ki? Doğu’nun misafirperverliğini kullanmaya çalışıp beceremeyen, misafirperverlikleri “hoşgeldiniz”den öte gidemeyen bu tarz kafelerin yaşamımıza bu denli yerleşmesini, uluslararası tekellerin yaşam biçimlerini bize dayatmalarının sadece küçük (kim bilir belki de büyük) bir aracı olarak açıklamaktan başka seçenek var mı?

Alıntılar ,Rumi Mevlevi Sufi Kültür Dergisi ‘ndendir