Taş
maddesi kutsal sırlardan yüce bir sırdır ve buna ulaşmak ezeli lütûf ve sanat
işlemleriyle mümkün olur. Çünkü bu işlem, hakkında bilgi verilmeyen ve kolay
mükemmellikte bir amaçtır..(hz.Ömer
Şifaî)
Merhaba Sevdiğim ve Merhaba..bu hafta benim için kolay olmayacak biliyorum.. geldiğimiz yer ben cahili bırak, ben alimim diyeni bile yolda bırakır cinsten yani.. velakin yine de yola devam etmem lazım geldiğinden, bulduklarımı toparlayıp Sana sunmak istiyorum..Sevdiğim, masal tefekkürlerimizin sanallığında ulaştığımız yer simya biliyor musun?..yani buna simya demiş eskiler..işte konumuz bu..önce düzeni bozmadan, hafta itibariyle gidiyoruz tabii.geçen masal sabahı rüyamda Tatçı hoca fırında harika bir börek yapıp kızartmıştı ki, öyle uyandım..aaa!!.face de bugün Hocanın devran hakkında muhteşem bir yazısı var..onu hatıra için izin isteyerek aldım..Hoca masalımın bir masal olmadığını söylediJ..evvet henüz gerçek bir masal yazamadığımın bilincindeyim ,ileride oda olur inşallah değil mi SevdiğimJ…teşekkür ediyorum ve bu masalı sadece iyi niyetli kişilerin okuyabilmelerini diliyorum..
kar yağdı ve okullar tatil..naneyle
pencereden kar seyrederken birden çığlık attı ve geri çekildi..alice harikalar
diyarındaki kedi gibi bakıyormuşumJ?!..hııımm..Sevdiğim
bazen bende korkuyorum. nadir bişey ama öyle..ilk defa bu hafta bakışı
kıskandım ..yani kıskançlığım o boyuta geldi ve kendimden nefret edip
ağladım..ya o anda birine o nazar denk gelirse diye..yanii kafayı sıyırttım
yine..özür dilerim..ve naneyle alis harikalar diyarında filmine netten
bakıyoruz..ben bu masalı hiçbir zaman sevip baştan sona okumadım.. filmini de
sevmedim..eskiden bu masalı yazanın ve o küçük kızın üstüne kurgulanmış freudyen
yorumlu bir yazı okumuştum, belki tepkim
bundandır. ama geçen yıl masonları araştırırken, bu masalın üst derecede mason
tekamülünü anlatan semboller- simya ilmi
olduğunu da okumuştum..burada madenlerin-elementlerin ilmi kimyası varmış..işte
film bitti ve geçen hafta mailime gelen simya kitabını okumaya karar verdim..
kardeşimin geçen hafta maille
yolladığı 3 kitabı indirerek okudum.. birincisi
Şeyh Hasan Halvetî’nin müridi Ömer
Şifaî’’nin Mürşid el-Muhtar fî İlm el-Esrâr Adlı Eserinde Simya (çeviri:Ayten Aydın)
adlı kitabı idi..hiç anlamadığımı söylememe gerek yok tabii..çünkü ben bu
konulardan zerre nasipli değilim zaten..hiç ilgide duymam..hele matematik ve
formüller..sevmiyorum..ama simyayı
nedense sevdim Sevdiğim..şimdi bu kitaptan ilgimizi çekenleri
alıntılıyorum, sonrada anladıklarımı
Sana yazacağım:
“”Ömer Şifaî’ye göre topraklı duman ve sulu buhar olmak üzere iki tür varsayımsal metal bileşiği vardır. Bu buharların toprağın iç kısımlarında yoğunlaşmalarıyla cıva ve kükürt, cıva ve kükürdün birleşmesiyle de metaller meydana gelir. Farklı türde metaller vardır. Çünkü, cıva kükürt her zaman bütünüyle saf değildirler ve her zaman aynı oranlarda birleşmezler. Onların bütünüyle saf olarak ve en mükemmel oranda birleşmeleri durumunda altın meydana gelir. Saflık ve orandaki eksiklikler gümüş, kurşun veya demir oluşumuna yol açar.
.. Sonuç
olarak da, ezeli yaratılışta cıvada görünür olanı sıcak ve nemli, görünür
olmayanı kuru ve soğuk tabiatlarını bir araya toplamasıyla, maddelerin içine
girerek, mükemmel yumuşaklığı nedeniyle, yetenek sahibi oldu. Çünkü, sıcaklık ve nemliliğin bütün tabiatı
cıvada vardır. Madenî cisimleri çözer oldu ve bu yaşamsal mükemmellikle cıva,
madeninde yumuşaklık bulduysa, uzun ve yumuşak bir pişme işlemi nedeniyle
kükürt maddesinin haline yumuşaklık, kararlılık ve galibiyet hali gelerek,
(cıvanın) içinde hapsoldu; kükürt çözünüp
cıvanın içinde hapsoluncaya kadar birbirleriyle birleşip keskinleştiler. Görüneni
yumuşaklık ve görünmeyeni katılık, görüneni beyaz ve görünmeyeni
kırmızı olan gerçek bir yaşamsal sınaî oldu. Bu yaratılış, erimiş
maddelerin yaşamsal kudretinin aslı olan cıvanın yüceliğidir. Bu şekilde, maddesi sıcak ve yumuşak, ruhu; kuru ve soğuk oldu…Cıva annedir, toprakta-rahimde doğar ve gelişir.
Kükürt=Baba,
yağ parçalarıyla işleme giren toprak buharlarından ibarettir. Sıcaklık, onları bağlamıştır. Bazıları
da, hayvanda iç yağı, tereyağ ve maddi kirler, bitkilerde zeytin yağı olması
gibi kükürt de toprağın yağı, içyağı ve
ziftidir. Yanıcı olmasının nedeni de bu yağ özelliğidir... Madenlerin meydana
gelmesinde asıl olandır. Tabiatı 4. derecede, sıcak- kurudur.. Kutsal
sanatın işlemlerinde nüfûz edici,inceltici, çözücü, yırtıcı, yakıcı,
kireçleştirici, bağlayıcı, kesici ve açıcıdır...
Kurşun
“…yedi metal içinde altına, kurşundan daha yakın maden yoktur. Çünkü bilgelere göre cıva, sallanan
cıva, bakır, kurşun gibi maddeler, maddeler arasında iksirlik derecesindedir. Kurşunun ruh özelliği madde özelliğine göre galip olduğu
için, kurşun altına diğer maddelerden daha yakındır…”şehzade vasıtasıyla temizlenerek birleşir
ve ona iştirak eder. Ancak hikmet, görünen çehresinin siyah örtüsünü kaldırır, âlemin
güzel yüzünü parlatır…”
Ömer Şifaî, Cabir ibn Hayyan’dan çok etkilenmiş ve simyaya inanmıştır.
Birinci bölüm, sıcak suların damıtılma yolları hakkındadır.
İkinci
bölüm, yumuşak ruhların damıtılma
niteliği hakkındadır.
Üçüncü
bölüm, ilginç yağların damıtılması
niteliği hakkındadır.
Dördüncü
bölüm, cıvalı maddelerin elde edilmesi
niteliği hakkındadır.
Beşinci
bölüm, sınaî kükürtlerin elde edilme
yolları hakkındadır.
Altıncı
bölüm, madeni cisimlerden tuzlar ve
zaclar elde edilmesi niteliği hakkındadır.
Yedinci
bölüm, çok kullanışlı olan
buharlaşanların elde edilmesi hakkındadır.
Sekizinci
bölüm, maddelerin kireçlenmesi,
yakılması, arıtılması hakkındadır.
Dokuzuncu
bölüm, madde ve madenlerden yapılan
safranlar hakkındadır.
Onuncu
bölüm, eksik madenlerden çıkarılmış olan
kurşunlar hakkındadır.
On
birinci bölüm, hekimlerin sırlarından en
büyüğü olan bileşimler hakkındadır.
ve Sevdiğim simya kitabından alıntılarım bunlar..ve bu kitaptan ben anladım ki Ömer Şifaî hz. çoook amma çook yüksek mertebede bir simyacı-felsefe taşı sahibi-HAKİM EL MÜRŞİD -İnsan-ı Kamil imiş.. küreler ilminin bu olduğunu da sezdim ..eski tıptaki şeylerinde tabii..ve bu madenlerle anlattığının aslında insanın 7 nefs derecesi ve 7 tabaka olan cehennnemine ait saflaştırma işlemi olduğunu da.. yani belki böyle değildir, bilmiyorum tabii. .ilk defa simya risalesi okudum ve ben kendi zannıma göre anladıklarımı Sana yazacağım ki Sen, tüüm yanlışlarımı arındırıp, onları yakıp-yıkıp, bana hakikatini nakşedeceksin nasılsa inşallah ve aminn. Ve devam ediyoruz ..
işte Sevdiğim nefsin 7 afeti olan
belli şeylerle isim verilerek sabit kılınmış maddelerin haricinde, bunu her
nefes alış verişte –her yeni bir tanımlayamadığımız şey ile karşılaşacağımızda
bizdeki reaksiyonları nötr’leyebilme sanatı zanaatı olduğunu da idrak ettim.. insan bedenindeki 7 letaifi & 7
madenle ilişkilendirdiğini, yakıtı sadece insanlar
ve taşlar olan cehenneminde bizim kendi tabiat unsur dağı madenimizden
çıktığını da anladım tabii..ehil
bir ele düşmesi ancak nasip ile olan bir salikin seyrü seferinde de, bu yakma işleminin
sırası ile hatmedildiğini de öğrenmiş
oldum böylece..ve hindu dinindekilerin neden ölülerini hemen yakıp işlemi kendi
zanlarına göre tamamladıklarını zannetmelerini de çözmüş oldum tabii. yani hile
geçersizJ!! ve bizim eski sufilerin neden "ağlatmada yak" dediklerini ve bu hilesiz yakışın tek geçerli şey oluşunu da anlıyoruz değil mi?..
tabii felsefe taşı sahibi bir hikmet ehlinin gerçek sanatı da taş gibi
yürekleri un ufak edip yumuşatmak değil midir?!..mesela peygamberimiz “ağlamayan gözden sana sığınırım” diye rabbine dua
etmiştir..gerçi aynı bu simya ilmindeki gibi, tüüm bu anlatımlar birer
remiz-sembolden başka da bişey değildir..naehillerden bu sanatı korumak için;
işin erbabı gelip hikmeti alsın diye böyle bir şey yapılmıştır. yoksa ne sır
vardır nede sırdan anlamayan. kaliteli cevher her
yerde istenilir ve elde edilmeye çalışılır.. sadece onun kullanım amaçları
yüzündendir bunca saklama-sakınma.. onu saklayan zaten öyle bir saklamıştır ki ;O’nun yeryüzündeki erlerini O’ndan başkası
bilip, bulup, tanıyamaz. birde O’nun bildirdikleri tanır ve bulur tabii..
((*Satürn Mabedinin etekleri belinde ,celalli ,kız evlat sahibi lakin bakire, beyaz taştan mabudesi için: seni anlamaya halen öyle uzakım ki..gerçekten. sadece şunu söyleyebilirim kurşun için; geçmiş tarihten bugüne insan, negatif unsurları için kurşun döktüre gelmiştir değil mi?geçmişte Zülkarneyn’in demir ve bakır dağına kurşunla zırh giydirmesi misali; bugünde kişilerin vesveseleri, zanları ve negatif etkilerce auralarında oluşan gediklerini, bu niyetle eritilmiş kurşunu üzerimizden suya dökerek kapattığımızı söyleyebiliriz.. kendi yecüc ve mecüclerimiz için-kurşun geçirmez zırh..işte bu simyadır..elementlerin üzerimizdeki etkisi..))
işte Sevdiğim.ben bu simya ilmi ve yakıtı taşlar olan cehennem için şöyle düşündüm ..bu madenlerin her birinin yakılarak buhar haline getirilip saflaştırılma işlemi esnasında muhakkak bunlardan çıkan alevlerde renkli olacaktır da bu madenlerin buhar renkleri nedir o vakit?.yani Sevdiceğim maksadım rengarenk noktalarla biten bir şeyden nasiplenmek, anlıyorsun değil mi? yoksa sadece var olanın siyah ve izdüşümünün beyaz olduğunu çözmüştük zaten…işbu noktada bunu bilse bilse kuantum fizik okuyan, tektaşa gelen, arabici hocamın öğrencisi Mona bilir diye düşündüm..faceden sordum ve cevabını alıntılıyorum:
((*Satürn Mabedinin etekleri belinde ,celalli ,kız evlat sahibi lakin bakire, beyaz taştan mabudesi için: seni anlamaya halen öyle uzakım ki..gerçekten. sadece şunu söyleyebilirim kurşun için; geçmiş tarihten bugüne insan, negatif unsurları için kurşun döktüre gelmiştir değil mi?geçmişte Zülkarneyn’in demir ve bakır dağına kurşunla zırh giydirmesi misali; bugünde kişilerin vesveseleri, zanları ve negatif etkilerce auralarında oluşan gediklerini, bu niyetle eritilmiş kurşunu üzerimizden suya dökerek kapattığımızı söyleyebiliriz.. kendi yecüc ve mecüclerimiz için-kurşun geçirmez zırh..işte bu simyadır..elementlerin üzerimizdeki etkisi..))
işte Sevdiğim.ben bu simya ilmi ve yakıtı taşlar olan cehennem için şöyle düşündüm ..bu madenlerin her birinin yakılarak buhar haline getirilip saflaştırılma işlemi esnasında muhakkak bunlardan çıkan alevlerde renkli olacaktır da bu madenlerin buhar renkleri nedir o vakit?.yani Sevdiceğim maksadım rengarenk noktalarla biten bir şeyden nasiplenmek, anlıyorsun değil mi? yoksa sadece var olanın siyah ve izdüşümünün beyaz olduğunu çözmüştük zaten…işbu noktada bunu bilse bilse kuantum fizik okuyan, tektaşa gelen, arabici hocamın öğrencisi Mona bilir diye düşündüm..faceden sordum ve cevabını alıntılıyorum:
Mona:“ biz
metalleri gaz haline dönüştürmeyi işlemedik, çok yüksek sıcaklık ister onları
eritmek, buhar yapmak, ve renkleri bilmiyorum, görünür tayfta olduklarını bile
sanmıyorum yani mesela demir ısıtıldığında ışıma yapıyor ama belli bir sıcaklık
sonra ışıma infrared bölgeye kayıyor, yani kızıl ötesine, dolayısla tahminim
metallerin hiç birinin gaz hallerindeki yüksek sıcaklıkta gözün algılayabildiği
renk tayfı içinde olmadıkları, o yüzden onlara kırmızı- mavi -filan diyemeyiz.
yıldızlar hakkında şunu biliyorum, onlar da birçok ağır elementin sıvı veya gaz
hallerinden oluşuyorlar .bir de gaz halin üstünde plazma hali dediğimiz bir hal var
dördüncü hal. genelde yıldızların hali plazma, en soğuk yıldız kırmızı
ile başlıyor. orta sıcaklıkta yıldızlar sarı bizim güneş gibi, bir de beyaz
yıldızlar var ,onlar bizim güneşimizden kat kat sıcaklar.. mavi yıldızlar
ise beyaz yıldızlardan çok daha fazla
yüksek ısılıdır ((* gaz halinden sonra madde sürekli
elektromanyetik idima yapan bir hale geliyor. eskiden maddenin katı ,sıvı, gaz hali var sanılırdı. şimdi buna plazma hali de eklendi. özetle bu.))bunu biliyorum
sadece, tahminimce işine yaramadı amaJ))..Bildiğim
bu….
bence işe yaradıJ
..Sevdiğimm..Sen beni,o kadar sıcak tevhidimin mavi mührü yıldızına gerçekten
götürecek misin? ve bu derece yüksek ısılı bişeyin benim içimde olması ve hala
yaşıyor olmam bir tuhaflık değil mi?gerçi güneş aslında yakmıyor amma
neyse?!!...
sonra dökümcü
Cihan’ı arayıp soruyorum:” evet madenler eriyince öyle renkli gazları çıkıyor .hangisinden
ne renk çıkıyor bilmiyorum .bir maden mühendisi bulmalısın “diyor….Tamam işte,
önemli olan maddi bir delilse Sevdiğim, bu kadar bir delil bana yeterde artar.
maksat denge. hayali, havalarda uçup kaçmadan öğrenip anlamak..mesele bu..
Marduk/Sümer |
ve
bu simya ilminin mucidi ise tarihte bilinen namıyla Balinas ;Hermes Trismegistos’a atfedilen Zümrüt Tabletleri bulduğu kabul
edilen Tyanalı Apollonius muş..Taberi tarihinden, İskender-i Zülkarneyn bölümünü, bu Belinas benim çok ilgimi çektiği
için yazmıştım hani..Taberiye göre Belinas bir cin padişah kızını esaretten kurtarıyor ve onla
evleniyordu. zaten sihir ilmine sahip olan Belinas artık eşyayı dönüştürme ve istenilen eşyayı
icat edebilmeye de böylece vakıf oluyordu. İskenderiye fenerindeki devasa
aynayı o yapmıştı. ilk pusulayı da. seferler esnasında taşıyamadıkları hazinelerini
geri dönerken almak üzere sık sık gözden gayb etmişti.. mesela Sevdiğim
bugünkü ilimle bunu ancak, eşyayı atom
moleküllerine çözüp- havada askıya alma ilmiyle
açıklayabiliriz değil mi?.. ben buna inanırım..çünkü eğer insanın katı-sıvı-gaz-titreşim-levh-ışık-koku-..
hali varsa, bu tüm eşya içinde geçerlidir..ve Sen ..bana geliş hallerin.. benim
hallerim vs..
ve tabii bu taş ilmi acaip bişi..sanırım tüüm kadim tarih boyunca herkes bu taşın peşinden koşmuş. galiba ben ölene dek bizde, el mecburen, bu izi süreceğiz değil mi?Sence o taş bize ne lazımJ?..ve masonlara da taş ustası dendiğini bir defa daha hatırlıyoruz..
ve Sevdiğim bu yukarıda yazdığım cehennemi yakışlı renkli
gazlı reaksiyonlar bende nedense geçmişte yazdığım bir şeyi dürttü..2010 senesinin o masalını buldum ve Sana ölümün 4 rengini oradan
kopyalıyorum.. “”…bir rüya görmüş çocuğun biri..bir
daire paydalara ayrılmış ..ve dışarı çıkmış dilimler.. işte hz. Pirimiz
Mevlanamızın …. sayıdaki ölümleriymiş..
o vakit kısıtlı olan birkaç kişiye sormuştum.. kimse bilmiyordu..bir akrabam
“İsmail Hakkı Bursevi hz nin Tamamü’l Feyz kitabını” verdi.hz. Bursevi bu kitapta 4 ölümü anlatılıyordu .. beyaz, kırmızı, siyah ve
yeşil.... beyaz
ölüm açlık demekmiş...kırmızı ölüme
mevt-i camii de deniyormuş..ne ilginç değil mi?:)..Arabi Hocaya göre bu ölüm daha
fazla melamiyedekiler de görülüyormuş..ve ölüm demek tövbe demekmiş..yeşil ölüm yamalı giysilerle sembollenmiş..aynı tabiatın her daim
değişen yeryüzü nebatatını simgeliyormuş bu yamalar..ve siyah ölüm..ezası= cefası fark
etmeyen?!! ve sevenin sevdiğinde fena olmasıymış…””
Ve aynı geçmiş masalımda bir süprizle
karşılaştım Sevdiğim..yani insan benim kadar saftirik olamaz değil mi?demek ki
zamanı şimdiymiş..bakalım mı o hatıraya: adı Özer Candan Beymiş.. O az evvel Salahi Beye şöyle demişti:”kutuplar birbirlerinin
hazinelerini ölçüp biçmeyi severlermiş....kasasında ne kadar ayet var,ne kadar
hadis var..ne kadar öğrenci kapasitesi var ve nereye dek çıkartabilir”..O,
Devleti Aliyye’nin buharlı makinelerinden anlayan ve tüm
selsebillerini onaran tek kişi ünvanını
halen muhafaza ediyormuş.. Ona sebilleri soruyorum.. Aziz Mahmud Hüdai hz nin
şu sözlerini söylüyor..”sebil : ilm-i simyaya ait şahıs demektir” .. ”bu fani
alemde nefesini sebil etme, nefesi kimya et”..70 değişik yerde +
- kullanılır..adam yetiştirmek, manevi evlat
yetiştirmek, evlat yetiştirmek .. ….işte bunlarda kendini selsebil etmek
demektir..her işte selsebil olur.. mürşidim Muhiddin bin İhya hz derdi
ki:13-14-15 nisanda kevser havuzundan bir damla dünyaya iner ve dünya onunla
hayat bulur.. …
12 ocak cumartesi..seher vakti uyanıyorum..dersim..uyuyorum.karışık.karışık..en sonunda sanki bir puzzl parçaları birleşiyor..atlas misali,bir hazine haritası olabilir mi?..dairevi .eski kündekari geçme yıldız modeli dairevi açılıyor..tezhib gibi renkli ve çok güzel bir geçme zencerek yıldız motifi..kubbe misali ortası boşluk ve etrafındaki dairevi alan Kur’an-ı Kerim sahifeleri ile tek tek çevriliyor..düşünüyorum ki, Kuran yapraklarının bu dairede yer alabilmesi için, bu dairenin merkezinin çok büyük olması lazım…
12 ocak cumartesi..seher vakti uyanıyorum..dersim..uyuyorum.karışık.karışık..en sonunda sanki bir puzzl parçaları birleşiyor..atlas misali,bir hazine haritası olabilir mi?..dairevi .eski kündekari geçme yıldız modeli dairevi açılıyor..tezhib gibi renkli ve çok güzel bir geçme zencerek yıldız motifi..kubbe misali ortası boşluk ve etrafındaki dairevi alan Kur’an-ı Kerim sahifeleri ile tek tek çevriliyor..düşünüyorum ki, Kuran yapraklarının bu dairede yer alabilmesi için, bu dairenin merkezinin çok büyük olması lazım…
nurcihan12.01.2013
nuralem7@hotmail.com
****
nuralem7@hotmail.com
****
İlme'l-yakîn, yani kitâbî ve şifâhî bilgiyle elde
edilen imân, akıldadır. Ayne'l yakîn, yani
manevî görüş (kalb gözü) ile elde edilen imân gönüldedir. Hakke'l-yakîn, yani buluş ve oluşla, içinde yaşayarak elde edilen
imân cândadır. Cân ile olan imân cân ile gider. Cennet, Tanrı'nın lutfu
nûrundandır. Cehennem, adâletinin tecellîsidir. Toprak Tanrı'nın nûru; su, hayâtı, yel (hava) heybeti; od (ateş)
hışmının (öfkesinin) tecellîsidir. Toprakla suyun yeri Cennet'tir,
yel ile âteşin yeri Cehennem.
*********
*********
YARATILIŞ :Cenâb-ı Hak bu âlemleri "kün" emriyle var etmiştir. Bu oluş hâlen devam etmektedir:
Kün'i bir kezin söyledün her nesneyi var eyledün
Yine
âhir bir sözile anı kılmak harâb nedür (89/7)
Eşya
âleminin var oluş sebebi, "aşk”tır (=ilâhî zevktir). Hiçbir şey yokken
"aşk" vardır. Yûnus Emre"ye göre aşk, mutlak zatın kendinde var
olan "yaratıcı" bir güçtür. Bu güç, her an "faâl"dir:
Evvel yer-gök yoğıdı varıdı aşk bünyâdı
Aşk
ezelden kadîmdür aşk getürdi ne varın
(254/3)
Yaratılışın
temelinde, Muhammedî nûrun dostluğu vardır. Bu nûr olmasaydı, mümkinat (=eşyâ
âlemi) yaratılmazdı. Şu halde, yaratılmış her şeyde, “Muhammed”den bir nişân
vardır. Yerde ve gökte bulunan her varlığa varlığın aslı olan nûra bakar gibi
bakmak gerekir:
Yaratıldı yer ile gök Muhammed dostlığına
Levlâk
ana delil durur ansuz yer ü gök olmadı (386/7)
İnsan,
vücût bulmadan önce rûhlar âleminde Hak ile Hak idi. Ezeldeki vahdet hâli,
nihayette döneceğimiz en son hâl ve menzilden başka bir şey değildir:
Ey yâranlar ey kardaşlar sorun bana kandayıdum
Dilerseniz
eydivirem ezelî vatandayıdum (168/1)
İnsan,
dünyada, ezelde verdiği sözü yerine getirip, tevhîd şuuruyla yaşamak
zorundadır. "Ben ins ve cinni bana ibâdet etsinler diye yarattım."
(Zâriyât/56) ilâhî hükmünde belirtilen emre uygun yaşayan insan, kulluğunu
yerine getirmiş demektir. Nefsine kulluk edenler azaptan kurtulamazlar. Hakk’a
kulluk edip azâd olmak gerekir.
Hemin geldüm bu dünyâya nefsüme kulluk itmeğe
Eyü
amel işlemedüm âzâbdan kurtulam diyü (285/4)
Yaratılış
tedricidir (bkz. Devr):
Yir gök yaratılmadın Hak bir gevher eyledi
Nazar
kıldı gevhere sızurdı dürr eyledi (355/1)
Gevher,
varlığın özü (=Muhammedî nur) için kullanılan bir misaldir. Gevherden sızan ve
dürre (=inciye) dönüşen ise, nefs-i küll'dür. Bundan sonra yedi gök, yedi yer,
anasır-ı erbaa ve mevâlid-i selâse yaratılmıştır (223/1):
Eyle sanman siz beni kendözümden gelmişem
Ya
kendü gönlümile bu kafese girmişem (227/1)
Yûnus,
bu yaratılış tertibi içinde bir zaman da, "yıldız"da bulunduğunu
söyler:
Yılduzıdum bunca zamân gökde melâik arzûmân
Cebbâr-ı
âlem hükm ider ben ol zamân andayıdum (169/9)
Madenler,
bitkiler ve hayvanlardan geçen rûh (151/8) kemal'e ulaşır. Bu seviyedeki insan,
enfüsî seyre girip geçtiği mertebelere inebilir. Şu mısrada Yûnus madenlere
kadar indiğini söylemektedir:
"Asl-ı madendeyidük kaygusuz ganî idük" (358/5)
Mahlûkât,
pek çeşitli ve değişik makâmlarda olmakla birlikte bir tek varlık vardır. O da,
mutlak olan Tanrı'dır. Kiminin hayvan, kiminin insan vs. olması, izafî zaman
cihetiyledir:
Kimini dünyâda hayvân yaratır
Kimini
kendine muhlis kul eyler (95/11)
Âlem, Âdem, mekân zamân ve burclar (boğa (=sevr) burcu ve balık (=Hut) burçları) yaratılmadan önce, varlık vahdet halindedir. Âşıklar bu vahdet halinin farkındadırlar. Balık ve boğa burçları, arşlık devrinde yaratılmışlardır. İnsanlık (Âdem), Sünbüle (başak) burcuna gelindiğinde yaratılmıştır
Yere bünyâd urulmadan Âdem dünyaya gelmeden
Öküz
balık eylenmeden ben ezelî andayıdum (168/4)
diyen
Yûnus; yeryüzü, burclar ve sünbüle burcunun son devresinde zuhûr eden Hz. Âdem
yaratılmadan önce, Hakk’ın ezelî vücûdunda var olduğunu belirtir.
Ruh,
"Âdem donu"yla donanıp insanlık elbisesini giyinceye kadar yağmur
gibi gökten yere yağmış, yerden göğe çok ağmıştır (358/11):
Çün gökden yire yağdum yirden göge çok ağdum
Âdem
tonın tonandum devrânum süre geldüm (178/2)
Âdem'in
cismi "toprak"tır (356/1). Fakat et ve deri içindeki bu varlığın özü
"Hak"tır (178/8). Âdem, pâdişâhın birliğini -vahdet-i vücûdu- evvel
kadîm (ezelden de önce) bilen kişidir (367/1).
Yûnus’un "Âdem" kavramı ile kasdettiği kişi dünün ve
yarının değil “her ânın "insân-ı kâmil"idir.
Yûnus
dünyanın yaratılışı hakkında tamamen Kur'ânî bilgiler verir. Bir yerde şöyle
der:
Ezelî bünyâd urdı altı günde dünyâ doldı
İsrâfil'e
buyurdı dem evliyâ demidür (85/2)
Yûnus’un
bahsettiği dünya kavramı zâhirde âlemi, bâtında âdemi remzeder. Beyitte,
dünyanın altı günde yaratıldığı belirtilmekle beraber, bu zamanın, "dem
evliyâ demidir" ifadesiyle mücerret bir mahiyeti olduğu da imâ edilmiştir.
Yûnus'un pek çok beytinde ele alınıp işlenen dünya kavramı, "bir dengeler
kompozisyonu"dur. Onun dengesini, düz döşenen yerler; çivi gibi çakılan
dağlar, sayvan şeklinde düzülen gökler sağlamaktadır. Âyetlerde:
"Yeri,
bir yatak yapmadık mı? Dağları da çiviler gibi çakmadık mı? (Nebe/6-7.) veya
"Dağları da Allah sapasağlam çaktı." (Nâziât/32.) Yahut, "Biz,
göğü kuvvetle bina ettik. Muhakkak ki, biz onu genişletmekteyiz” (Zâriyât/47),
denilmektedir. Yûnus, cem'de söylediği beyitlerinde âdetâ bu âyetlerin meâlini
verir:
Düz döşedüm bu yirleri çöksü urdum bu tağları
Sayvan
eyledüm gökleri girü tutup duran benem (193/4)
Klâsik
tasavvufî tefsirlerde, bu âyetlerde zikredilen yerlerden, dağlardan ve
göklerden, çeşitli makâmlardaki velâyet erbâbı anlaşılmıştır. Yaratılış
bahsinde kısaca değerlendirdiğimiz bu tecellîler esasen ilâhî varlığın,
sıfatlardaki görüntülerinden ibarettir. Yaratılışın sebebi:
Diledi göre yüzin işide kendü sözin
Nazar
kıldı bir kezin anda cân virdi bana (12/6)
beytinde
de belirtildiği gibi, Hakk'ın kendi yüzünü seyretmek istemesidir. Bu yüzden de
Cenâb-ı Hak kendi varlığındaki "cevher"e nazar kılmış, akabinde sudur
(oluş) ve tecellî (beliriş) gerçekleşmiştir. Bu tecellîler süreklidir. Hakk’a
kurbiyyet kesbeden bir velînin baktığı her şeyde "Allah'ın vechi"ni
görmesi, zatın eşya âleminde kendi aslını göstermesindendir. Hakk’ın velîsi
nefsini aslına döndürmese eşyâda her ân ve el’ân görünen varlığın Hakk’ın
kendisi olduğunu zaten anlayamazdı. Yûnus “Nazar kıldı bir kezin anda cân virdi
bana” derken insân-ı kâmil olarak doğuşunu anlatmaktadır, vesselâm.
***
Mâlûm olduğu üzere sülûkta pek çok haller yaşanır. Sûretten sıfata (=yani, esmâdan müsemmâya nakıştan nakkâşa, sûretten öze) geçen; hayallerde takılmayan sâlik, sülûk hallerini acaib karşılamayacaktır. Sûretler, dünyâ; hayâller de misâl (berzah) âlemine aittir. Her iki âlem de gayb (=zat) âlemine perdedir. Bütün bu âlemler ise, sıfatlar âlemidir. Sıfatlar, (=görüntüler, renkler, desenler, şekiller) âleminden geçip zâta yönelmelidir. Gerçekte, her sûret ve sıfât bir sırâttır. Geçilmesi gerekir.:
***
Mâlûm olduğu üzere sülûkta pek çok haller yaşanır. Sûretten sıfata (=yani, esmâdan müsemmâya nakıştan nakkâşa, sûretten öze) geçen; hayallerde takılmayan sâlik, sülûk hallerini acaib karşılamayacaktır. Sûretler, dünyâ; hayâller de misâl (berzah) âlemine aittir. Her iki âlem de gayb (=zat) âlemine perdedir. Bütün bu âlemler ise, sıfatlar âlemidir. Sıfatlar, (=görüntüler, renkler, desenler, şekiller) âleminden geçip zâta yönelmelidir. Gerçekte, her sûret ve sıfât bir sırâttır. Geçilmesi gerekir.:
Sûretden gel sıfata yolda safâ bulasın
Hayâlerde kalmagıl yoldan mahrûm kalasın
Bu yolda acâib çok sen acâib anlama
Acâib anda ola dost yüzünü göresin
***DEVRAN NEDİR ?...İnsan hayatının tekrar oluşması devran-ı
kebire bağlıdır. İnsanlar ölüp, gömüldükten sonra çürür ve toprak olurlar.
Bu topraktan zamanla bitki, hayvan ve insan oluşabilmesi için kim bilir kaç
yıla, kaç asra ihtiyaç vardır. Çünkü, önce bitki olacak, o bitkiyi bir hayvan
yiyecek, o hayvanı bir insan yiyecektir ki, toprak olan; yine aslına, yani
insana kavuşmuş olsun. Eğer bitkiyi bir
insan yerse o zaman, bir kısa devre oluşması bahis konusudur. Her iki
durumda da toprak olanın; yine insana, yani aslına kavuşmasına: “Devran-ı
Kebir” denir. Bu devrandan sonra oluşan kişi kendini Allah’a kurban ederse, o
zaman aslına kavuşmuş olur. Aksi halde ruhu dirilmemiş olacağı için, o
toplandığı kimseyle birlikte yine toprak olacak ve yeni bir devrana girecektir.
İşte: “Misl-i gazel” denen olay budur.
Hayat denen şey gelip, gitmekten ibarettir. Gelenlerin kimi az kalır, kimi çok kalır, kiminin devri büyüktür ve uzun sürede tamamlanır, kimininki ise bunun tersidir. Ama, her hal ü kârda, hayat öbür âlemde devam edecektir.
Bu
durum insanda böyle olduğu gibi dünyada da böyledir. Dünyanın da küçük devri
yirmi dört saat, güneş etrafındaki büyük devri ise bir yıldır. İnsanda da böyle
büyük ve küçük devranlar olduğunu ilerde göreceğiz.
**
DEVR:Devir, dönüp dolaşmak, başlangıç noktasına gelmek demektir. Allah, ilk tecellîsiyle akl-ı küllîyi (=Muhammedî nuru) yarattı. Akl-ı küllîden taşan tecellîlerle de diğer mahlûkât yaratılmış ve yaratılmaktadır. Nûr, bu şekiller (=imkân) âleminde, tedricen zuhur etmiş; tenezzül ve terakkî ederek tekrar geldiği âleme karışmıştır. Muhammedî nur, sırasıyla rûhlar âlemi (nefs-i kül), tabîat, heyûla, cism-i kül, şekil, arş, kürsî, atlas feleği, menâzil feleği, yedi felek, yedi yer ve mevâlid-i selâse (maden, bitki, hayvan) mertebelerinde zuhur eder. Bunların tamamı on sekiz bin âlemi oluşturur .
En güzel bir kıvamda yaratılan insan, yine, en süflî âleme gönderilmiştir . "Onlar Allah'tan geldiler ve yine Allah'a dönecekler" âyeti gereğince insan, bu süflî âlemden kurtulup tekrar aslî vatanına yani "mutlak varlığa" dönecektir. Kur'ân'ın, "Başlangıç ondandır, dönüş onadır." hükmünü, mutasavvıflar "kavseyn"in birleşmesiyle oluşan bir daire ile izâh etmektedirler. Bu daire, tenezzül makâmları (=kavs-i nüzûl) ve terakkî makâmları (=kavs-i urûc) şeklinde, iki kısımda mütalea edilmektedir.
Sûfîlere göre, tenezzül makâmları madenlere kadar olan kısımdır. Terakkî makâmları madenlerden insân-ı kâmile kadar olan kısımdır. Esasen başlangıç ile son aynı noktadır ki, bu nokta ahadiyet makâmıdır. Ruhun bu aradaki seyri, bir zamanlık "teferrüc"ten ibarettir. Makâmların tamamlanması, insan-ı kâmil olmakla mümkündür. Sözün özü insan, mevalid-i selâseden geçerek insan hâlini almıştır. Taş ve toprak âleminden bitkiler ve hayvanlar âlemine oradan insana gelen yolcu, bu âlemde kemâle ulaşıp kendisini isbat ettiğinde Hakk’a dönmüş olacaktır. Bu tekâmül sırasında varlığın bu âleme defalarca gidip gelmiş olduğunu ve bunun Allah kendini tam olarak izhar edinceye kadar de devam edecek oluşunu düşünerek devir hâlinin reenkarnasyon inancıyla aynı olduğunu sanmamalıdır. Tekâmül, bir reenkarnasyon ve tenâsüh düşüncesi değildir. Zira tekâmül düşüncesinde fâil-i mutlak, tekâmül eden varlığın kendisi olup giren çıkan bir rûh (ikilik) söz konusu değildir. Tekâmül eden yolcu, kendinden kendine giden, geldiği noktadan itibaren yoluna devam eden varlıktır. Mutasavvıfın kemâl noktasında “gelen ve giden”in; devrân içinde devr eden varlığın" kendisi olduğunu söylemekten rücû edip “getirip götüren”in kendisi olduğunu söylemesi bundandır. Yûnus'un bu makâmda söylediği pek çok manzûmesi vardır. Vahdet-i vücût tam bu makamda idrâk edilecektir:
Benem
key pehlevân meydân benümdür…(31/1)
Yûnus
aşkunla kâimdür bu âlem
Anunçün
devr ider devrân içinde (332/8)
İy
dost aşkın denizine girem gark olam yürüyem
İki
cihân meydân ola devrânum sürem yüriyem
(213/1)
Cân
gönül hayrân bulupdur ma'şûka
Ma'şûkıla
sürerem devrânumı (389/2)
Devrini tamamlayıp kemâl mertebesine ulaşan insân, istediği anda
"seyr-i enfüsî"ye veya "seyr-i afakî"ye girebilir .
Yûnus'a
göre, kişi, mülkün sultânını, tenin ve cânın hakîkatini, özellikle mebde
(=başlangıcı) ve meâdı (=merci‘i, meâbı, sonu) bilmek zorundadır. Ona göre,
başlangıç ve son, evvel ve âhir Allah'tır (bkz. Allah):
Kanı bu mülkün sultânı pes ten isen kanı cânı
Bu
göz görmek diler anı bu merci' ü me'âb nedür (89/8)
Elest
bahsinde belirttiğimiz gibi, dünya, geçici bir mekândır. Asıl olan Elest'te
verilen sözü yerine getirip nihayet başlangıç noktasına ulaşmaktır. Şu hâlde
sınırlı dünya hayatını çok iyi değerlendirmek gerekir (39/6):
Pâyanlu devr-i zamân çok eğledi Yûnus'ı
Pâyânsuz
devre irdi devrânı yagmaya virdük (143/9)
Basit
varlıklar, devirlerini tamamlayıp Allah'a ulaşamazlar; insân-ı kâmildir ki,
devrini tamamlayıp şu ifadeleri kullanabilir:
Çün gökden yire yağdum yirden göğe çok ağdum
Âdem
tonun tonandum devrânum süre geldüm (178/7)
Niçe
kez geldüm gitdüm delim sûret yaratdum
Bu
şimdiki devrede Yûnus'a aldar idüm (223/5)
Dünyâya
çok gelüp gitdüm erenler eteğin tutdum
Kudret
ünini işitdüm kaynayuban cûşa geldüm (224/2)
Ben
bu mülke ta'lîm kıldum hem yidi kez cevlân urdum
Muhammed
nûrını gördüm bu benüm mekânum anda (310/8)
Yûnus'un aşağıda vereceğimiz şiiri bir "devriyye-i arşiyye"dir. Bu şiire göre, dünyaya tenezzül eden insan, "erenler eteğini tuttuktan sonra bir manevî seyre girmekte, geldiği âlemleri, geçtiği yolları ve nebî makâmlarını yaşamakta ve anlamaktadır. Neticede Hakk'a vasıl olan insan, "Hak olup dile düşer":
Kararum
yok bu dünyada giderem yumışa geldüm
Dünyâya
çok gelüp gitdüm erenler eteğin tutdum
Kudret
ünini işitdüm kaynayuban cûşa geldüm
Serd
sözile gönül yıkdum od oldum cânları yakdum
Sırrumı
'âleme çakdum bu halka temâşa geldüm
Ben
oldum İdrîs-i derzi Şît oldum tokıdum bizi
Dâvud'un
görklü âvâzı âh idüp nâlişe geldüm
Âşık
oldum şol ay yüze nisâr oldum bal ağıza
Nazar
kıldum kara göze siyâh olup kaşa geldüm
Mûsâ
oldum Tûr'a vardum koç olup kurbâna geldüm
Alî
olup kılıç saldum meydâna güreşe geldüm
Deniz
kenârında ova kuyuda işleyen kova
İsâ
ağzındaki duâ oluban ben işe geldüm
Ay
oldum âleme toğdum bulut oldum göğe ağdum
Yağmur
olup yire yağdum nûr olup güneşe geldüm
Kâl
ü kîlden geçenlere yolda gözin açanlara
Anlayuban
seçenlere vak'a olup düşe geldüm
Benem
dertlüler dermânı benem ol ma'rifet kânı
Benem
Mûsî-i İmrânî Tûr tağından aşa geldüm
Yolum
sana oldı turak sabahın söyleyendür Hak
Yûnus
Emre dilinde Hak olup dile düşe geldüm (224)